Roman kahramanlarını ölümsüz yapan | Raşel Rakella Asal

Şubat 21, 2019

Roman kahramanlarını ölümsüz yapan | Raşel Rakella Asal

Roman kahramanlarını ölümsüz yapan, yüzyıllar sonra da insanlar için bir şey ifade edebiliyor olması.  Büyük değişimler geçiriyoruz ama özünde duygularımız ve düşüncelerimiz birbirine benziyor.  Macbeth’in söylediği bir cümle var:  “Bir insan yaraşan her şeyi yapmaya varım, ondan ötesini yaptım mı insan olmaktan çıkarım.”  Böyle bir bakışı dillendirebilen bir karakteri tamamen zıt eylemlerin içinde görürüz.  Çünkü kendi arzusu, tutkusu ya da çıkarı söz konusu olduğunda insana “yaraşan” şeyin anlamında bir kayma oluyor ve şekil değiştiriyor.  Macbeth’in trajedisi kendisiyle, tutkularıyla, iktidar arzusuyla yüz yüze gelmesidir. Bu nedenle zor bir metindir.  Fakat bir o kadar da ilgi çekicidir.

Shakespeare’in yarattığı ölümsüz karakter Lady Macbeth doymak bilmez iktidar hırsının, güç tutkusunun içindeki yangınla kendini yok eden kadının simgesi olmuştur. Onda güce olan iktidar tutkusu ile kötülüğün sınırsızlığını görür bir insanın insanlıktan çıkma durumuna tanıklık ederiz.  Özdemir Nutku, “Shakespeare Üzerine bir İnceleme:  Gecenin Maskesi” adlı eserinde Macbeth’i kötülük üstüne yazılmış en derin tragedya olduğu yorumunu getirir. Hırs ve açgözlülükle, kendinin olmayanı elde etmek için vicdan baskısına ve adalete ters düşmekten çekinmeden karısı Lady Macbeth’in tesirinden kurtulamayan Macbeth bir seri cinayetler planlar. Bu olaylar zincirinin arka planında Lady Macbeth’in şu sözleri onu daha da alevlendirir.

 “O kadar yufka yüreklisin k, kestirmeden gitmeye yanaşmazsın.  Gözün yüksekte, hırslı olmaya hırslısın, hırsına yoldaşlık edecek gaddarlık sende yok.  Hadi durma koş gel buraya ki iksirimi kulağına akıtayım.  O altın halka ile arana dikilen tüm engelleri kaldırayım dilimin gücüyle.(s.36)

Burada Lady Macbeth’in altın halka dediği krallık tacıdır.  Bu tacı elde edebilmesi için tüm engelleri ortadan kaldıracak olanın kendisi olduğunu ima eder Lady Macbeth.  Tıpkı Eski Ahit’te anlatılan ilk günah hikâyesinde, Yılan’ın Yaşam Ağacı’ndaki yasak meyveyi yemesi için ikna ettiği Havva’nın, Ademi’i de ikna edişini hatırlatır bize.*

Ancak kocasının yolundaki engelleri kaldırabilmesi için kadınlık zaaflarından kurtulması, vicdanını devre dışı bırakması gereklidir.  Kötü ruhları, cinleri yardımına çağırır.  Kötülüğü onların sayesinde sağlamaya çalışır.

 “Ey düşüncelere eşlik eden cinler, gelin hadi, çekin alın kadınlığımı benden, baştan ayağa.  En haince gaddarlıkla doldurun içimi; kanımı koyulaştırın, vicdana giden yolları, geçitleri tıkayın, azap, merhamet duyguları yol bulup geçemesin.  Amansız planımdan caydıramasın beni, hedefimle benim arama dikilemesin.  Gelin, sütümü alın göğüslerimden, yerine safra koyun, ey katillerin aracısı ruhlar;  görünmez varlığınızla, bir uğursuzluk çıksa diye nerelerde bekliyorsanız, çıkın ortaya!  Sen de karanlık gece, cehennemin en koyu dumanına bürün de gel artık.  Gel ki, keskin bıçağım açtığı yarayı göremesin.  Gökler, o kalın örtünün ardında yapılan seçip, “Dur, yapma!” diyemesin” (s.37-38) 

Cin çağırma tiradıyla salt kötülüğü elde etmek için bir dizi ritüeller ve ayinlerden yararlanır. Bu da onun ritüellerden, ayinlerden beslenen kadınsı ruhunun göstergesi olarak çıkar karşımıza.* Bir taraftan bu ritüellere yaslanırken, bir taraftan da kocasına “Ne biçim erkeksin sen”(s.83) diyecek kadar eleştirel ve buyurgan, kışkırtıcı ve ateşleyendir.

Güce tutkulu bu kadın, kocası üzerinde iktidarını kuracak, onun önündeki engelleri ortadan kaldıracak ve kocasının elde edeceği iktidar üzerinden kendi gücünü elde edecektir. Macbeth karısı tarafından öyle bir oyuna gelmiştir ki, yalnız kral olmak için değil, karısına karşı erkekliğini de ispatlamak zorunda kalacaktır. İşlettiği seri cinayetlerle çılgınlığı gitgide artan Macbeth yalnızlık ve çaresizlik içinde çırpınacaktır.

Kötü kadın tiplemesini günümüze kadar koruyan Lady Macbeth günümüzde de cazibesini korumakta erkek egemen toplumda kadının konumunu, yaşam standardı ne olursa olsun yükseltmesi ve sınıf atlamak isteyen kadının simgesine dönüşmüştür.

Ahlak ve iktidarın çatışması, yükselme hırsı, doğruluk gibi konular her çağda insanın gündeminde olması kaçınılmaz oluyor konu insan doğası olunca.  Yalnız Lady Macbeth mi, eskimeyen karakterlerden?  Ya Emma Bovary veya Anna Karenina?  Onlar da hiç unutulmayanlardan.  Unutulmamaları tutkularından.  Lady Macbeth’in iktidar tutkusu, Madam Bovary de sosyeteye yükselme tutkusu, Anna Karenina da ise aşka olan tutkuyu görüyoruz.

19.yy romansının en başarılı örneklerinden “Madam Bovary” hem ele aldığı konu hem de Flaubert’in üslubu ile çarpıcı bir metindir. Anlatılan Emma Bovary’nin trajik hayat hikâyesi ve karşılıksız aşkları gibi görünse de Flaubert, Emma karakteri ile 19. yy Fransız kadınının kıstırılmış hayatını, evlilik müessesinin insan doğasına aykırılığını, toplumsal değer yargıları ve ahlak ölçülerinin ikiyüzlülüğünü ele alır. Roman Madam Bovary karakteriyle bir küçük burjuva kadının çöküşünü, manevi acılarını bu küçük burjuva kadınının arkasında yatan bayağı, önemsiz, küçük dünyayı anlatır.

Bu ünlü yapıt daha yayımlanır yayımlanmaz genellikle büyük bir hayranlıkla karşılansa da kimi çevrelerde öfke ve hor görüyle karşılanır. Hatta Madam Bovary’nin yayımlanmasından hemen sonra, Flaubert’in ahlak ve dine aykırı bir yapıt yazdığı öne sürülerek yazarın yargıç önüne çıktığını, en sert biçimde cezalandırılması istendir. Savcı Pinard’a bakılırsa, Madam Bovary romanının temel yönelimi eş aldatmanın yüceltilmesi, cinsel duyuların abartılıp kışkırtılması olduğuna göre, bu yapıtın yayımına izin vermek, “zehri herkesin ulaşabileceği bir yere koymak” olacaktır.  Yalnız seçkin kişiler değil, genç kızların, hele evli kadınların okuyacağı düşünülecek olursa bu kitap hiç yayımlanmamalıdır.

Yalnız savcı Pinard değil, o yılların gerçekçilik okulunun başlıca iki öncüsünden biri olan Edmond Duranty, de yapıtı hiç beğenmez. Yorumunu şöyle yapar: “Her sokak, her ev, her oda, her ırmak, her ot dalı tümüyle betimlenir burada!  Her kişi, karşımıza çıkınca, sırf zekâ derecesini öğrenelim diye, ilginçlikten ve yarardan yoksun bir yığın konuda konuşur önce.  Bu inatçı betimleme yönteminin sonucu olarak, roman hemen her zaman el, kol devinimleriyle geçer.  İki üç satırla betimlenmedikçe, tek el, tek ayak kımıldamaz”, diyerek “Bu romanda ne heyecan var, ne duygu, ne yaşam.” romanı gözden düşürür. Kuşkusuz Madam Bovary’nin gelenek ve kurulu düzen savunucularını böylesine rahatsız etmesi, yapıtta kendilerini sarsan, alışkanlıklarına, kalıplaşmış düşüncelerine ters düşen farklı düşünceler sezinledikleri içindir.

Emma Bovary okuduğu romanların etkisiyle aristokrasiye ve büyük burjuvaziye hayranlık duyan aristokrasinin bir parçası olmayı hayal eden ve buna ulaşmak için çabalayan bu sınıfa dâhil olmasa da en azından aristokrat sınıfına yakın bir sınıf içinde bulunmayı arzulayan bir kasaba doktorunun karısıdır. Burjuva sınıfının nasıl yaşadığını bilmek, hayatlarına girmek, o hayata karışmak ister. Kişiliğinin en önemli özellikleri aşırı hayalciliği, duygularını önüne geçememesi, kendisi için yaşamasıdır. Zamanının çoğunu kendi düşüncelerinin içinde kaybolarak geçirir. Düşlerinde günlük hayatı imgelerle süsler. Sıradanlığı olağanüstüye, sadeliği dolambaçlıya tercih eder. Gerçeği yalancı bir güneşle parlatmakla teselli bulur. Sahip olamayacaklarını düşlemekten bir türlü vazgeçemez. Evlilikten maddi anlamda çok şey bekler. Köyde bir çiftlikte değil, şehirde yaşamayı düşler. Onunki içten yapılmış bir pazarlık değildir bir üst sınıfa dâhil olabilmesindeki tek yolun o sınıftan bir erkekle birlikte olmakta olduğu düşünceye kapılmasıdır. Emma Bovary’nin başka bir hayata duyduğu ihtiras, çok büyük düş kırıklıklarına sebep olur.

İlk modern realist anlatı kabul edilmesinin dışında, romanın önemi sadece taşra hayatından bunalan, isteklerine gem vuran ve kentsoylu insanları yeren bir kitap olması değildir. Roman okur üzerinde öyle etkili olmuş ki, bu romandan sonra “Bovarizm” akımı doğmuş,  psikolojide tatminsizlik ve memnuniyetsizlik adı verilen bir hastalığın ismi olmuş hatta “Bovarizm” edebiyatta da kullanılan bir kavram olmuş.

Edebiyat tarihinde Madam Bovary ölçüsünde ilgi uyandırmış, Madam Bovary ölçüsünde tartışmalara, değişik yorumlara konu olmuş bir başka roman da Tolstoy’un Anna Karenina romanıdır.  İkisi de edebiyat tarihinde benzersiz bir simge oluşturmuştur. Nasıl ki, Flaubert deyince Madam Bovary’yi düşünürsek, Anna Karenina da bize Tolstoy’u çağrıştırır.

Anna Karenina bugüne kadar yaklaşık otuz  kez beyaz perdeye taşındı.  Sineme dışında bu ölümsüz eserden üç tiyatro oyunu, üç bale, iki müzikal oyun, on opera yapıldı. Clarence Brown’ın 1935 yılında yönettiği sinema versiyonu en ünlü Anna Karenina uyarlaması olarak kabul edilir.  Greta Garbo’nun başrolde oynadığı film o zaman için muazzam bir izleyici kitlesine ulaşır. Film Venedik Film Festivali’nde ödüllendirilir.  1997’de Bernard Rose’un yönettiği Sophie Marceau ve Sean Bean’ın oynadığı Annaa Karenina, tamamı Rusya’da çekilen ilk Amerikan filmi olarak tarihe geçer.  2012 yılında Joe Writht’in yönetmenliğinde kostümlü dramlarla ilgili tüm kuralları alt üst ederek karşımıza yeni bir Anna Karenina versiyonu çıkar. Özellikle başarılı oyuncu performanslarından da güç alan film, hiçbir ana karakterini iyi veya kötü olarak ayırıp yargılamamaya özen gösterir.  Bu filmin tek kötüsü aristokrat sınıftır. Bir an bile nefes aldırmayan bir tempoyla ve anlatım seçimleriyle bu çok bilindik esere farklı bir yön katıyor Joe Writht’ın Anna Karenina sinema uyarlaması.  Peki, kimdir bu kadar sanat eserine ilham kaynağı olan Anna Karenina?

Anna Karenina soğuk ve ruhsuz bir devlet memuru olan Alexei Karenin’in güzel, tutkulu ve eğitimli karısıdır. Anna’nın karakteri oldukça karmaşıktır: Söz gelimi, evliliğin ve evin kutsallığını bozduğu için suçluluk duyar fakat buna rağmen soylu kalmaya devam eder ve kendisine hayranlık duyulur. Anna zeki ve bilgilidir, İngiliz romanları okur ve çocuk kitapları yazar. Anna zariftir, kıyafetleri içinde her zaman sadedir. Uzun yıllar Karenin’le yaşaması, görgülü, güzel bir sosyete eşi ve son derece latif ve ince bir ev sahibi rolünü oynama yeteneğine sahip olduğunu gösterir. 1870’lerin neredeyse en ideal aristokrat Rus kadınıdır.

Anna’nın en öne çıkan nitelikleri tutkulu ruhu ve hayatı kendi tercihlerine göre yaşama kararlılığıdır. O bir tür feminist kahramandır. Gözden düşmüş olmasına rağmen St. Petersburg yüksek sosyetesiyle yüz yüze gelmeye cesaret eder; aşağılanma ve alay edilme ile karşılanacağını bile bile operaya giderek mahkûm edildiği sürgünlüğünü reddeder. Anna modası geçmiş Rus ataerkil sisteminin ve bu sistemin zina karşısında kadına ve erkeğe uyguladığı çifte standardın bir mağdurudur.

Anna’nın yaşamını yöneten ilke sevginin her şeyden, hatta vazifeden bile üstün olduğudur. Bu ilkeye güçlü bir biçimde bağlı kalır. Kocası Karenin’in dışarıya karşı sağlam bir evlilik ve aile görüntüsünü korumak amacıyla onunla birlikte kalması şeklindeki talebini geri çevirir. Sevgilisi Vronsky’yle ilişkisinin sonraki evrelerinde Anna’yı en çok endişelendiren Vronsky’nin onu artık sevmemesi fakat sadece görev gereği onunla birlikte yaşamaya devam etmesidir. Romanın sonraki kısmında Anna’nın uygar toplumdan sürgün edilişi normal olarak görev duygusuyla üstlendiğimiz tüm sosyal anlayışların sembolik bir inkârıdır. Anna kendi kalbini dinlemekte ısrarcıdır. Bu tutumu ile ben-merkezci gibi görünür. Yine de Anna’nın yüreğinin söylediklerine göre yaşama ısrarı onu bir öncü, erkek egemen bir toplumda özerklik ve tutku arayan bir kadın yapar.

Nabokov, Madam Bovary ile Anna Karanina’yı şöyle karşılaştırır:Karenina’nın doğrucu ve tutkulu doğası, kılık değiştirmeleri, gizli kapaklı işleri reddeder. O yıkık dökük duvar diplerinden sürünerek birbirinden farksız âşıkların yataklarına yollanan arzu dolu bir kenarın dilberi, düşleriyle yaşayan bir taşralı Emma Bovary değildir. Anna, Vronski’ye bütün yaşamını verir, sevgili küçük oğlundan ayrılmaya- çocuğu görememekten duyacağı korkunç acıya karşın- evet der ve önce ülke dışında, İtalya’da, sonra da onun Orta Rusya’daki kır evinde Vronski ile birlikte yaşar. Bu “açık” gönül serüveni ahlaktan nasibini almamış dost çevresinin gözünde ahlaksız olarak damgalanmasına yol açsa da yapar bunu. (…kendi çocuğundan ayrılırken Emma’nın içi bile sızlamaz, o küçük hanım için çetrefil ahlaki sorunlar filan söz konusu değildir)”.

Bu “açık” gönül serüveni ahlaktan nasibini almamış dost çevresinin gözünde ahlaksız olarak damgalanmasına yol açsa da yapar bunu.  Sonunda Anna ile Vronski kent yaşamına dönerler.  Çevresindeki ikiyüzlü topluluğu aşk serüveninden çok, toplum kurallarını nasıl açıkça hiçe saydığını göstererek küplere bindirir Anna.

Anna, toplumun öfkesinin sonuçlarına katlanırken, horlanırken, toplum tarafından dışlanırken, Vronski, erkek olduğu için, bu rezaletten etkilenmez, çağrılar alır, eski dostlarıyla buluşur.  Anna’yı sevmesine rağmen zaman zaman bu eğlence dünyasına geri döndüğüne sevinir.  Anna Vrosnski’nin bu davranışını ona karşı beslediği sevginin düşüşü olarak görür.  Aşkının Vronski’ye yetmediğini, sevgilisini yitirmekte olduğu duygusuna kapılır.

Anna-Vronski birlikteliği yalnızca cinsel aşk üzerine kuruludur ve yıkılmasına neden olan budur. Anna’nın trajedisi kocası olmayan bir erkeğe âşık olması değildir.  Tolstoy’un ve Balzac’ın yaşadıkları toplumda gözde hanımların istediklerini aşk serüvenini gizli gizli yaşıyorlardı. Emma Bovary’nin Rodolphe’la at gezintisine çıkarken taktığı mavi peçeyi, Rouean’da Leon’la buluşmasında örtündüğü siyah peçeyi büründüğünü unutmamamız gerekir. İşte bu noktada Tolstoy topluma ikiyüzlülüğünü yüzüne vurmaktan çekinmez.  Asıl ahlaksız olanın toplum olduğunun altını çizer. Tolstoy’un vurgulamak istediği ahlaki ders şudur:  aşk yalnızca cinsellik odaklı olunca bencilleşir.  Bencil olduğu için yaratamaz, yıkar.  Bu sebeple günah içerir.

Tolstoy’un pedagoji üzerine düşüncelerine katılan, bunalım sonrasındaki dünya görüşüne benimsediği eleştirmen M.S. Gromeka’nın yorumuna göre, Anna-Vronski çiftinde özgür aşk düşüncesi “ölümcül bir yara” almıştır. Tolstoy bu romanıyla aşkta koşulsuz özgürlüğün olmayacağını, toplumun koyduğu kuralların gücünü görmezden gelemeyeceğimizi, insanın bunları değiştirebileceğini düşünmenin körlük olduğunu, topluma ve kurallara karşı savaş açılamayacağını kanıtlamıştır.  Romanda çok çarpıcı olarak açığa çıkan sosyetenin ikiyüzlülüğü, dedikodu ve işe yaramazlığı hayatının ekseni yapmış yüksek sosyete karşısında Anna suçlu veya günahkâr değil, yalnızca “kurban”dır.

Kaynakça

Demet Çizmeli, Hırs, Günah ve Vicdan:  Lady Macbeth, Roman Kahramanları, Tem 2012

William Shakespeare, Macbeth, Remzi Kitabevi, 2000

Romain Rolland, Tolstoy’un Yaşamı, Yapı Kredi Yayınları, Nisan l995

Lev Tolstoy, Anna Karenina, İletişim Yayınları, 2012

Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (21 Şubat 2019)

Yorum yapın