Edebiyat, önünde sonunda insandan çıkıp insana dönüyorsa, insanın varoluş sorunsalının uçlarından kaynaklanıyorsa yaratıcı yazarın ufku da sonsuzluğa açılıyordur.
Yazar, içinde bulunduğu toplumun bir parçası olarak yaşar. Toplumsal hayatın başkalarıyla paylaştığı alanlarında öteki insanlardan kendini ayırt edebileceği koşulları ancak ayrıksı durumlarda bulabilir. Yoksa kendine benzeyen insanların bulunduğu toplumsal kesimin parçası olarak bir bilirbilmez olarak savrulup gider. Toplumsal değerlerin içinden çıkıp özgün bir kişiliğe ve kimliğe sahip olmak, bilinçli insana özgüdür.
Peki insanın kimliğinin özgünlüğü onun davranışlarına ve yaşam biçimine mi yüklenir, düşüncelerine mi? Davranışlar ve yaşam biçimi herkese açık tutulmuş ayna gibidir. Oysa düşünceler, iç dünyalarda oluşup orada saklı duran özellikler. Onların gizemi ve gizilgücü yaratıcı keşifleri bekler. İnsanın psikolojik evrenini açığa çıkarmak hem daha zor hem daha anlamlı. Merak edilen orasıdır.
Kısası, insanın kişiliği iç dünyasındadır. Kimliği de orada belirlenir. Dış görünüşlerimiz aldatıcı olabilir ama iç dünyalarımız tastamam bizi anlatır. Demek sahici insanlar kadar inandırıcı bir kurmaca kişi yaratmak için onun davranışlarından, içinde yaşadığı olaylardan çok, iç dünyasını, psikolojisini kavramak gerekir.
Roman, merkezindeki sorunu insandan alıp hikâyesini insanların hayatı üstüne kuruyorsa, psikolojik düzeyi ve derinliği her zaman öne çıkaracaktır. Yaşar Kemal, insanın evrensel özünden gelen duyguları ve dürtüleri anlattığı büyük romanlarından söz ederken, Roman psikolojiyi anlatır, derdi. Onun da bütün amacı insanın özünde olanı deşip bütün yanlarıyla açığa çıkarmaktı. Bence de roman hemen hep bunu amaçlar.
Akla gelen bütün büyük romanlar, kahramanlarının psikolojik dünyasını, iç dünyalarında yaşadıkları değişimi anlatır. Anna Karenina, Raskolnikov, Madam Bovary, Goriot Baba, Oblomov ya da modern romanın içinde birdenbire bambaşka kişiler olarak kendilerini gösteren Leopold Bloom’un ya da Virginia Woolf’un bir gün içinde bütün hayatlarını dolanan iç dünyaları, Ses ve Öfke’de Quentin, Benjy, Jason ve Candace’ın gelgitler içinde sarsılan psikolojileri romanda öncelikle anlatılması gerekeni apaçık gösterir. Romanın anlatmak isteyip gerçek hayatımızdan süzdüğü sorunlar, artık kişilerin iç dünyalarıyla harmanlanarak örülmeye çalışılıyor.
Neden sonra romanın odak noktasına yerleşen bu psikolojik yaklaşım, eski anlatılarda yoktu. Yalnızca olayları (olay örgüsünü de göz önünde tutmadıkları için postmodernler onları da örnek aldı) ve ilgi çekici hikâyeleri anlatan eski metinler, epik anlatılar, halk hikâyeleri, psikolojiyi anlatılması gereken bir düzey olarak görmedi, görmemeleri de doğaldı.
İnsan ancak ben kimim sorusunu sormaya başladığında bireyliğini kazanmaya ve bu kişisel süreci onun iç dünyasını, psikolojik dünyasını derinleştirmeye başladı. Milan Kundera, “Ben nedir? Ben, neyle kavranabilir? Bu, romanın roman olarak üzerinde yükseldiği temel sorulardan biridir,” diyor. “Ben”i inceleyen mikroskobun görüş açısı genişledikçe “ben”in biricikliğinin ortada kalmayacağını söylüyor Kundera. Merceği insanın iç dünyasında oluşan benliğe tutmak, psikolojinin kaynağını, oradan nasıl köpürdüğünü gösterir. Roman o noktaya odaklanarak kişilerini, kişilerin temsil ettikleri sorunu ortaya çıkarır. Virginia Woolf, Mrs. Dalloway’in zihnine nasıl girip onu nasıl dışarıya yansıttıysa.
Edebiyatın insan bilincinin karanlık noktalarına girme becerisine hiçbir alanda yaklaşılamadı. Psikolojininki arkadan geldi. Romanın bu olanakları, onun yaratıcılığından ve özgürce soyutlayabilme yetisinden gelir. Doğruyu yanlışı ayırt etme kaygısının olmaması da olanaklarını genişletir.
Sonunda gerçek insanları anlatmıyor roman, birçok kişiden bir kişi nasıl yaratabilirim diye düşünüyor. Bu ikisi bambaşka düzeyler. Romanın, bilinçaltını Freud’dan önce keşfettiği söylenirken de anlatılmak istenen budur. Kişilerinin iç dünyasına, bilinçaltına yönelen romancı için dış görünüm değerini yitirirken iç dünyanın gizleri dünyanın kendisine dönüştü.
Asıl olan insanın varoluş sorunlarıysa, onun azı davranışlarında, çoğu iç dünyasında saklanır. Romanın amacı o iç dünyanın keşfine çıkmak, yaratıcı yazının ahlakını yükseltmektir.
Semih Gümüş – edebiyathaber.net (17 Haziran 2015)