Sanat, aynı zamanda toplumbilimsel tasarımdır.
Yazar/sanatçının insana/topluma dönüktür yüzü. Bir de doğaya elbette.
O, bir buluşturma eylemine yönelirken; estetik bakış, toplumsal/tarihsel bilincinden hareket eder. Anlatacağı mesele/konu onda tasarım düşüncesini oluşturur.
Belirleyici olan, biçimleyendir konu her zaman.
Buradan hareketle okur bir yapıta önce “ne anlatıyor” sorusuyla başlar. “Nasıl anlatıyor” sorusu ise ardından gelir.
Bu da, bize, iki tip okur sunar diyebiliriz:
İlki; “neyi/nasıl anlatıyor”a bakan seçici/irdeleyici okur, diğeri de “ne anlatıyor”la yetinen düz/sıradan okurdur.
İlki daha çok “yazar okuma”ya, ikincisi ise (her türlü) “kitap okuma”ya odaklıdır.
İlki için okumak bir uğraş, ikincisi için ise eğlence/vakit geçirme aracıdır.
Roman okurluğu/yazarlığı
Roman okuru olmak her zaman eğitsel bir yan taşır. Bizi, ilkten, okuma eğitiminden geçirir. Duygusal/düşünsel yönden etkileri, izleri zamanla oluşur.
Roman toplumsal/bireysel etkilere açık bir türdür. Bu nedenle de insan odaklıdır.
Romancı için yaşamda/evrendeki her şey esin olabilir. Ama bunu yazınsal bir töze dönüştüren de yazarın bakışı, bilincidir.
Kuşkusuz onun “yaşam gövdesi” burada her şeydir. Doğumundan büyüme çağına, yaşama ortamından eğitimine, yaşadığı coğrafyadan merak ve tutkularına değin her şey belirleyicilik taşır.
Bir tür yaşam koşusundadır yazar/romancı yazarken.
Yazmak için yaşayan; gören, anlayan, duyan, gidendir. Hayata gider, insana, yapıta, başka yerlere gider.
İşte bu devinimdir yazarı/sanatçıyı yaratıcı kılan.
Hemingway sıklıklı şunu yineler; eğer gitmeseydim bunları yazamazdım.
“Yeni edebiyat çağı” var mı?
Edebiyatta “yeni”yi kurmak “gelenek”le beslenerek biçimlenir.
Sözünüz nereye uzanırsa uzansın “yeni” bir şey söylemek zorundasınız.
İşte kurmaca bu noktada o “yeni”ye anlam katıp, biçim verir.
Nedir bunlar peki?
*Hayatın ne olduğunu görmek/göstermek,
*Toplumsal olgulara bakmak,
*Halkın beğeni düzeyini kavramak…
Bu eksendeki “yeni söz”, bunlara dair gerçeklikleri kurmacanın tözüne yerleştirir yazar.
Anlatıcı/sanatçı bunları yaparken oluşan “yeni” ler birbirinden ne kadar haberdar acaba? Bu pencereden de bakıp düşünmeli sanatçı.
Yeni sinema edebiyattan, edebiyat resimden, müzik tiyatrodan haberdar olup bağ kurmalı.
Yaşanan çağın birçok yanıyla dışavurumu sanatlar aracılığıyla gerçekleşir.
Sanat, bir nabız tutmadır aynı zamanda. Sanatçılığı var eden toplumsal enerjinin ne olduğunu da anlatır bize ortaya konan yapıt.
Bugün, halen, ülke gündeminde olan birçok sorunu Kayıp Söz (2007) romanına konu edinen Oya Baydar’ın yazarlık tutumu/bakışı, yaratıcı kimliği bu anlamda irdelenmeye değer.
Yapıtın kuruluşu, konusu, anlatımı; yazarın buradaki bakışı/yorumu/yaklaşımı ve tüm bunları var eden toplumsal enerji bize bir romanın yazılma süreçlerini gösterdiği gibi; Baydar’ın çağının çağdaşı olma bilincinin getirdiği tanıklık da kayda değerdir.
Romanda yansıtılan izlekler (şiddet, çatışma, Doğu, savaş, iletişim, milliyetçilik, eğitim, aile, yaratıcılık, kötülük, aidiyet/kimlik, etnisite, dil, kuşak çatışması, geri kalmışlık, baskı, terör, Kürt sorunu….) ve daha fazlası romanın dokusunu var eder. Romancı bunları bir yanıyla yansıtırken kahramanları aracılığıyla tartışır/hatırlatır/gösterir.
Yapıtın anlamsal bütünlüğü bunlarla vardır.
Güneydoğu’daki çatışma/savaş neden kaynaklanır?
Romancı sorular sorarak başlar. Batı ile Doğu arasındaki uçurumu gösterirken; her iki coğrafya insanının neyi/nasıl yaşadığı/algıladığı, sürüklendiği konum, kişiler üzerinden anlatılır.
Oya Baydar’ın politik kimliği, sosyolog yanı, sürgünde bir aydın olarak yaşaması, ülke sorunlarına yönelik ilgisi aktivist olarak katılımı elbette ki yazarlığının dokusunu oluşturan en temel etmenlerdir. Baydar’ın, yazarken, bakışının ucunda bunların olması doğal. Onun oradan yansıttıkları çok daha önem kazanıyor elbette.
Kurmacanın gerçeği
Kurmaca hayatımıza yalnızca anlam katmıyor; gör(e)mediklerimizi gösteriyor, sezemediklerimizi sezdiriyor, bilemediklerimizi öğretip, hissedemediklerimizi hissettiriyor.
Kurgu, hakikati gölgeleyen gerçeği de aydınlatır; derken söylediğim de bir ölçüde budur.
Julian Barnes; “Kurmaca, hayatı, yazılı her türlü biçimden daha fazla açıklıyor ve genişletiyor,” derken de; kurmacayı bilimin önüne almıyor; ama ondan ayrı bir anlamı/işlevi olduğunu hatırlatıyor bir bakıma.
Şunu da ekliyor Barnes; “Hayat hakkında bize en çok hakikati romanlar söylüyor: Onun ne olduğu, onu nasıl yaşadığımız, onun için ne olabileceği, ondan nasıl zevk aldığımız ve ona nasıl değer verdiğimiz, onun nasıl aksadığı ve onu nasıl kaybettiğimiz…” (Penceremden, Ayrıntı Yay.,)
Kurmacayı önemseten, “sahici” kılan da işte bu özellikleridir.
Yazarın yaratıcı gerçeklik duygusu “yeni”dir, bambaşkadır. Etkileme gücü de buradan gelmektedir.
Okurun da her zaman kurmacaya gereksinme duymasının, özellikle de roman okuru olmasının kendi varoluşunu tanımada önemli bir yol olduğunu da burada hatırlatmak gerekir.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (24 Mayıs 2016)