Romanınızı neyle alırsınız? | Selçuk Orhan

Temmuz 14, 2017

Romanınızı neyle alırsınız? | Selçuk Orhan

Basit kurgularda okur olay örgüsünün nasıl sonuçlanacağını merak eder. Daha doğrusu merak duymaya teşvik edilir. Tipik polisiyeleri akla getirelim: Katilin kim olduğu ya da komployu kimlerin düzenlediği gibi tek yönlü soruların yanıtlarını ararız. Yerleşik kanıya göre çözüm beklenmedik olmalıdır; hatta okur ne denli şaşırırsa, polisiye kurmaca o ölçüde başarılı kabul edilir.

Günümüzde, hatta 2. Dünya Savaşı’ndan beri, polisiye ya da benzer basit kurmaca teknikleri çok çeşitli yapıtlara temel oluşturuyor. Umberto Eco’nun Gülün Adı buna örnek verilebilir; bu geniş hacimli roman ortaçağ Hıristiyan tarikatlarının iç tartışmalarını ve sonuçlarıyla günümüze kadar etki eden çatışmalarını panoramik olarak sunar. Öte yandan metin, neredeyse klişe denecek kadar tipik bir polisiye kurguyla yazılmıştır. Bu basit kurmaca yönü, romanın yoğun ve derinlikli tartışmalarını anlamlı ve okunaklı bir düzene koymaya yarar. Yine de Gülün Adı için romanın amacı şudur ya da budur diyemeyiz. Bir romanın – hatta hemen bütün sanat yapıtları için geçerlidir bu- anlam katmanları arasında bir önem sırası yaratmak gereksizdir.

Olay örgüsünün okurun merakına sunulmasının sakıncaları yok mu? Yapıtın içeriği ne kadar derinlikli olursa olsun – Gülün Adı örneğinden yola çıkacak olursak – bu tür basit kurmaca tekniklerinin okuru kısıtladığı durumlar vardır. Olayların yüzeyselliği içinde kurmacanın imkanları zayıflayabilir. Gülün Adı bile aksiyonlar serisi olarak tasarlanmıştır; Ortaçağ tarikatlarının dünyası bu aksiyon serisi içine yerleşir- evet ama nasıl? Reklamlar arasına yerleştirilmiş uzun broşürler gibidir bu bölümler; karanlık koridorlarda koşturan polisiye karakterlerin heyecanı arasında tatlı bekleme odası hikayeleridir. Bunların karakterlerin kendilerinden doğduklarını söylemek zordur. Söz gelimi Dostoyevski romanlarında olduğu gibi düşüncenin bir insandan doğuşu ve insanla sınanışına bu metinlerde rastlamayız. Arka planda yazarın insanlık durumuyla inceden alay edişi sezilse bile okurda – kendini bu ortaçağ dünyasına göre tartışmanın üstünde ve ötesinde saymak dışında – önemli bir etki yaratmaz.

Demek, Gülün Adı gibi bir romanda karakterlerin iki işlevi var: İlk katmanda bu karakterler, tipik polisiye örüntüsünün aksiyon figürleridir. Olaylar arasında koşturur, yeni gizemlerle kıvılcımlanır, beklenmedik çözümlerle parlarlar. İkinci katmanda ise bu karakterler, Ortaçağ skolastik felsefesinin popülerleştirilmiş bir özetini geçmekle yükümlüdür; bunu yaparken, Eco’nun keskin zekasıyla fark ettiği gibi elbette, bugünün okurunun dimağındaki anakronizme seslenirler. Bugünün okuru için Ortaçağ hem gizemli ve derin hem de korkunç ve gülünçtür.

Kişisel görüşüm: Kurmacanın gücü insanı bilginin sözcüsü haline getirmekte yatmaz. Batı’ya göre daha zayıf sayabileceğimiz bizim romancılığımızda örneğin, ideolog karakterler yaratmak yaygın bir kötü alışkanlık olagelmiştir. Bu karakterler, nadiren belli insani özellikleriyle öne çıksalar bile, aslında bir dünya görüşünün sözcülüğü için yaratılmış kuklalardır. Tanpınar bile Huzur’da İhsan karakteriyle bu ideolog yaratma cazibesinden kendini kurtaramamıştır. Peyami Safa’da ideolog iyice ayağa düşer, neredeyse bir çeşit kanaat önderi halini alır. Orhan Pamuk, biraz Eco örneğine benzer bir biçimde, eleştirmek hatta tiye almak istediği ideologlar yaratır: Cevdet Bey’in jöntürk kardeşini aklımıza getirelim. Ya da Sessiz Ev’deki akademisyeni. Ama ideolog ideologdur; tiye alınarak sunulsa bile, toplumun belli bir döneminde yaşayan düşüncenin zayıf ve tek yönlü bir temsilidir.

Kurmaca bilgiyle insan arasında yüzeysel bir ilişki kurduğunda muhtemelen en geçerli çözüm Eco ya da Pamuk’ta gördüğümüz gibi karakterleri bilginin sözcüsü haline getirmektir. Bu bilgi, Ortaçağ rahiplerinin tartışmaları da olabilir, İstanbul’da bir sokak satıcısının belgeseli de. Bu yöntemde bir düşünce vardır; hatta Eco’da görebileceğimiz gibi bir düşünceler arşivi bile vardır. Ancak düşünme eksiktir. Yazar bilinçli olarak ya da öylesi elinden geldiği için (ki bunu bilmeye imkan yok) karakterlerinin gerçek insanlar gibi düşünmesini istemez. Düşünme çizgileri de en az basit polisiyelerdeki olay örgüleri kadar sığdır; aslında Pamuk’un bizzat söylediği gibi, gerçek hayatta romanlardakinden daha az karakter vardır, görüşündedir yazar- birkaç huy, birkaç alışkanlık ve birkaç zaaf, bütün bir yaşamı anlatmaya yeter.

Tolstoy, Shakespeare’in kötü bir drama yazarı olduğunu söylüyordu. Tolstoy’a göre Avrupa kültürü içinde Shakespeare’in “haksız şöhretine” kavuşması, Alman entelektüellerinin Fransız drama sanatının soğukluğuna karşı bir çare aramasıyla başlamıştı.

Herhalde edebiyat tarihinde, kurmacayı bir karakter yaratma sanatı olarak tanımlamış olsak, en çok bu iki yazarın yapıtlarını örnek veriyor olurduk. Nedir Tolstoy ve Shakespeare’de Eco ve Pamuk’tan ayrı olan şey? Bu sanatçıların yapıtlarında karakter bilginin sözcüsü değildir; ancak bilgiden de yoksun olduğu söylenemez. Bilgi, karakterin içinde yaşar ve kurmacanın sayfalarca süren ayrı boyutlarında, karakter bilgiyi hiçbir zaman bir ders kitabı berraklığında sunmaz; sunamaz. Yazgısının çelişkili aşamaları, değişken arzuları, yetersizlikleri ve tarihe gömülü olmanın ağırlığı karakteri bilgiyle tekdüze bir ilişki kurmaktan alıkoyar. Ne Piyer Bezuhov ne de Machbeth, Eco’nun dedektif rahibi kadar berrak değildir.

Kurmaca, olay örgüsü yerine bir karakterin izini de sürebilir. Çok daha basit bir örnek verelim: Francis Ford Coppola’nın yönettiği Baba (Godfather) serisinin ikinci filminde, ilk dakikalarda Michael Corleone bir suikast girişiminden canını zor kurtarır. Yönettiği mafya organizasyonu içindeki haini bulmak için düşmanıyla ilişkisini hiçbir şey olmamış gibi sürdürecektir. Bu noktada, eğer Baba serisi tipik bir polisiye olsaydı seyirciyi hainin kim olduğu sorusuna odaklayarak devam edebilir ve finalde şaşırtıcı bir çözüm sunabilirdi; ancak, Baba kurmaca yapısı açısından Shakespeare trajedilerini andırır: Filmin daha ortasına gelmeden hainin kim olduğunu seyirciye açıkça bildirir. Fredo’dur bu. Michael’ın öz kardeşi. Bu noktadan sonra seyircinin odağı artık hainin kim olduğu değildir, Michael’ın bunu nasıl öğreneceği ve öğrendiğinde ne yapacağıdır- hakikaten filmin son sahnelerinden birinde Michael, Fredo’nun hesabını keser. Bu işlem bir aksiyonla gerçekleşmez.  ‘Fredo, sen benim için artık bir hiçsin’ diye başlayan ünlü konuşmayla sunulur.

Karakterin izini sürmek de kendi tipik alt türünü yaratmıştır denebilir; Tutunamayanlar’ın sorusu da, okur açısından elbette “Nasıl yaşamış?”tır. Selim Işık’ın neden intihar ettiğini hemen hemen romanın ilk sayfalarında anlamaya başlarız. Turgut Özben, bir çeşit iz sürücü olmasına karşın, bizi bir olay silsilesine çekmez. Oysa ip uçları toplamakta tıpkı bir dedektif gibidir.  İnsanlarla görüşür, yazılı belgeleri derler, okur, yorumlar. İlişkiler kurmaya ve anlamaya çalışır.

Bu tartışmayı – kendi açımdan elbette – bir sonuca bağlamadan burada keseceğim. Bakış açısını değiştirmeyi okuyanlara bırakıyorum. Elbette, burada örneklemediğim başka yapıtlar üstüne düşünmeyi de…

Selçuk Orhan – edebiyathaber.net (14 Temmuz 2017)

Yorum yapın