Annelies Laschitza’nın Rosa Luxemburg biyografisi elime geçene kadar Luxemburg hakkında bilgim çok sınırlıydı. Halen de öyle. Yaşadıkları ile bir ömre koca bir tarih sığdırması yetmiyormuş gibi, dünya ve siyaset tarihini de yönlendiren bu katıksız devrimci kadını gerçekten tanıyabilmek ve anlayabilmek için tüm kitaplarını okumak gerekiyor elbette. Laschitza’nın kitabı, benim gibi Rosa Luxemburg’a dair ilk okuma gerçekleştirenler için onun dünyasına bir giriş kapısı olarak düşünülebilir.
Daha lise yıllarında yazdığı ve günümüze kadar ulaşmayı başaran, o yıllarda elden ele dolaşarak tartışmalara neden olan bir şiirinde şöyle diyor Luxemburg:
“Bütün dertleri,
Bütün gizli ve acı gözyaşlarını,
Tokların vicdanına yüklemek istiyorum.” (sayfa 23)
Kitabın yazarı, Luxemburg’un hayatını anlatabilmek için, paralelde o dönem Avrupa’sında, Rusya’da ve dünyada yaşanan olaylara dair de tarihsel bir anlatım sunuyor. Bu yapılmadan Luxemburg’u anlatmak mümkün değil, çünkü o dönem Luxemburg’ın hayatını, Luxemburg da o dönemi etkilemiş. Yaşamı boyunca devrim düşüncesinden en ufak bir taviz vermemiş olan Rosa Luxemburg’u okumak aynı zamanda devrim ve devrimci olmanın ne demek olduğuna dair ders almak gibi. Prensiplerinden asla ödün vermeyen bir Maksist olmasına rağmen, ne Marks’ın ne de Marksizm’in ön plana çıkmış isimlerinin yazdıkları ile kendini sınırlamamış, genel kabul görmüş öğretilerle yetinmemiş, Marksizm onun için yaşayan bir araştırma yöntemi olmuş. Sosyalist bir devrimin kesinlikle bir azınlık devrimi olamayacağı ve olmaması gerektiğini düşünen Luxemburg için “Gerçeği görmek ve dile getirmekten daha devrimci bir şey yoktur.” (sayfa 160). Bu düşünce doğrultusunda, dönemin devrimci olarak öne çıkan Gorki, Lenin gibi isimlerini eleştirmekten, gerektiğinde karşılıklı söz düellolarında yer almaktan çekinmemiş. Belirli sınıf ya da zümrelerin tekelinde olan iktidar kavramına her zaman karşı çıkmış ve kişilerin, belirli grupların ya da partilerin iktidarı ile halkın temsil edilemeyeceğini, halkın bizzat kendinin iktidar olduğu bir sistemin kurulmasını savunmuş hep:
“Sayıları ne kadar fazla olursa olsun, yalnızca hükümetin taraftarlarına ve partinin üyelerine tanınan özgürlük, özgürlük değildir. Özgürlük her zaman başka türlü düşünenin özgürlüğüdür. ‘Adalet’ fanatizminden değil; politik özgürlüğün canlandırıcı, iyileştirici ve temizleyici yanı bu öze bağlı olduğundan ve eğer ‘özgürlük’ ayrıcalığa dönüşürse etkisini kaybedeceğinden.” (sayfa 439)
Gerçekleri dile getirmeye ve devrime bu kadar tutkun olan biri için yaşamın hiç de kolay olmayacağı çok açık değil mi? Siyasette aktif olarak yer almaya başladığı andan itibaren, özellikle binlerce kişiye seslendiği konuşmaları, yazdığı yazılar, kitaplar ve makalelerle kitleleri etkilemeyi başaran Luxemburg’un iktidar, sermaye ve egemen sınıflar tarafından düşman ilan edilerek susturulmaya ve yok edilmeye çalışılması da kaçınılmazdı. Bu nedenle yaşamının büyük bölümünü hapishanelerde geçiren Luxemburg, yazmaktan ve konuşmaktan, devrim için çalışmaktan bir saniye olsun vazgeçmemiş. Özel yaşamına ait paylaşımlarını dostlarına yazdığı ve günümüze kadar kalabilen mektuplarından öğreniyoruz. Bu mektuplarda kişisel sıkıntılara pek rastlanmıyor. En çok yara aldığı ve acı çektiği zamanlar, işçilerin yenilgiye uğradığı ya da iktidar tarafından öldürüldüğü, yüzbinlerce insanın katıldığı grev ve gösterilerde iktidarın adamları tarafından gerçekleştirilen büyük kitlesel katliamlar olmuş. Kitap boyunca, en zor zamanlarını, edebiyata, resme, müziğe ve doğaya sığınarak, ruhunun acılarını bu şekilde dindirmeye çalıştığını öğreniyoruz.
Rosa Luxemburg devrimi bir yaşam biçimine dönüştüren, ruhunun ve benliğinin bir parçası olarak yaşayaşan insanlardan. En umutsuz ve tükenmiş hissettiği zamanlarda bile yılmadan devam etmeyi savunan bir devrimci. Hapiste olduğu halde, zaman zaman karamsarlığa kapılan dışarıdaki arkadaşlarına umut, cesaret ve güç vermeye çalışan, işçilerin direnişine hapishanede yazdığı yazılarla desteğini sürdüren Luxemburg’ın hapisten dostlarına yazdığı mektuplarda onun yaşam felsefesine dair ayrıntıları da bulabiliyoruz:
“Temel mesele, insan olmak. Bu ise kararlı, dürüst ve neşeli olmak demek, evet, herkese ve her şeye rağmen neşeli olmak, çünkü sızlanmak zayıfların işidir. İnsan olmak demek, gerektiğinde tüm hayatını seve seve ‘kaderin büyük terazisine’ koymak, fakat aynı anda her aydınlık güne ve her güzel buluta sevinmek demektir. Ah boşver, insanın nasıl insan olabileceğiyle ilgili herhangi bir reçete bilmiyorum, yalnızca insanın ne zaman insan olduğunu biliyorum. Birlikte birkaç saatliğine Südende çayırlarında gezinti yaparken ve buğdayların üstüne kızıl akşam güneşi düştüğünde, sen de bunu hep bilirdin. Tüm çirkinliklere rağmen dünya ne kadar güzel ve inan, zayıf karakterliler ve korkaklar olmasaydı, daha da güzel olurdu.” (sayfa 417)
“….. içinde her şey var: Acı, ayrılık ve özlem. Her şeyi birlikte kabullenmek, güzel ve iyi bulmak gerekiyor. En azından ben öyle yapıyorum. Rafine bir bilgelik sayesinde değil, yalnızca doğal güdülerimden hareket ederek. İçgüdüsel olarak hayatı doğru yaşama şeklinin bu olduğunu hissediyorum ve bu nedenle her durumda mutluyum. Hayatımın hiçbir parçasından vazgeçmek veya bir parçasını olduğundan farklı yaşamak istemiyorum. Keşke sizi bu hayat görüşüne ikna edebilsem!” (sayfa 422)
İktidarlar hiçbir zaman anlamadılar; özgürlüğün her zaman başka türlü düşünenin özgürlüğü olduğunu ve Rosa’ları öldürerek düşünceleri yok edemeyeceklerini. Annelies Laschitza tarafından yazılan bu biyografiyi okuduğunuzda, Rosa Luxemburg gibi bir devrimcinin var olduğunu bilmenin insana umut ve güç verdiğini hissedecek, 100 yıl önce yaşanan insanlık durumlarının bugüne ne kadar benzediğini ve Rosa Luxemburg’un düşünce ve söylemlerinin geçerliliğini hiç yitirmediğini göreceksiniz. Rosa Luxemburg’ın ölümünden sonra basılan son sözlerinde dediği gibi: “Vardım, varım, var olacağım!”.
Şule Tüzül – eddebiyathaber.net (11 Aralık 2013)