Hiç düşündünüz mü dışımızdaki dünyayı nasıl oluşturduğumuzu? Bir yaşam alanı çevresinde yaşarken bu dünyayı nasıl algıladığımızı? Bu yaşam alanı ile iletişim kurma şeklimize göre kendimizi nasıl biçimlendirdiğimizi? Bu gibi sorular etrafında Amerikalı romancı Paul Auster “Kış Günlüğü” adlı otobiyografik eserini şekillendirir. İnsanoğlunun varoluşundan bu yana birçok evrim süreci geçiren bizlerin, değişim ve dönüşümümüze katkıda bulunan bir sistemin içinde varlığımızı sürdürdüğümüzün altını çizer. Amacı insanın ruh ve beden birliğini, bedenin ruh için vazgeçilemez önemini göstermektir.
Paul Auster’ın Kış Günlüğü, çocukluğundan eserini kaleme aldığı zamana kadar geçen altmış üç yalın bedeninde bıraktığı izlerin gölgesinde hatırlamalarıyla şekillenir. Otobiyografide küçük yaşlarından itibaren geçirdiği kaza ve yaralanmalarla bedeninde oluşan irili ufaklı yara izleri canlı bedeninin damgalarıdır. Üç buçuk yaşındayken bir çiviyle yarılan sol yanağında kalan iz, beş yaşındayken yarılmış kaş izi, on altı yaşındayken ilk randevu evine gidişi, kornea yırtılmaları, sol bacağındaki pıhtılaşma sorunu, kalp spazmları, omurga incinmesi, elli beş yaşında geçirdiği ölümcül araba kazası, hikâyelerini hatırladığı ve hatırlamadığı diğer birçok yaralanmalar yaşamı boyunca bedeninin deneyimlediği olaylardır. Paul Auster okura şöyle demektedir: Bakın işte, bunlar kendi bedenimin tarihselliği, ben bu izlerle bugünlere geldim ve ölünceye kadar onları bedenimde bir damga olarak taşıyacağım. Onlar benim bir parçam.
Romanın başlığından anlaşılabileceği üzere, Kış Günlüğü ömrünün kışını sürmekte olduğunu hisseden Paul Auster’ın ölüm ve yaşlılık kavramlarıyla yüzleşmesidir. Yazar henüz daha ilk sayfadan şu cümle ile amacını belirtir. “Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur”(s.9) Ve şöyle devam eder “İşte senin hikâyen orada, gövdende başlıyor ve her şey yine gövdende bitecek.” (s.17)
Bedenin yaşlanması, plastik sanatlarda işlenen bir konudur. Örneğin John Coplans’ın oto-portre fotoğrafında* yaşlanma süreci ve fiziksel çökme konu edinilir. Yüzünü görüntülemeyerek kimliğini gizler. Amacı kendi yaşlanma sürecini değil, bir tabu olan insanın yaşlanma sürecini fotoğraflamaktır. Yaşlanmak, etin sarkması, buruşması ve deformasyonu her zaman engellenmeye çalışılan bir süreç olmuştur. Sarkmış ve çökmüş vücudu, özne kendi bedeni üzerinden düşündüğünde pek tabii itici bulacaktır. Seyircinin bu fotoğraflarla karşılaşmasıyla kendi bedenini tasavvur etmemesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu durum karşısındaki izleyici, kendiyle özdeşleştirdiği yaşlı bedene karşı bir rahatsızlık hissini yaşatmış olur.
Spinoza bilgi kaynağı olarak devinen ve çevreyle etkileşim içindeki beden i önemsediğini Etika adlı eserinde şöyle ifade eder: “Ruh, kendi kendisini ancak Bedenin duygulanışlarının fikirlerini kavraması bakımından bilir” (B2XXIIIK, s.102). Spinoza’ya göre sevinç, keder, sevgi, nefret gibi ruh durumlarımız bedensel duygulanışlar aracılığıyla hayal gücümüze ve zihnimize etki eder ve kendimizi tanımamızın aracı haline gelir. İnsan ruhu bedeninde olan duygulanışları algılamasının yanında bedeninde olanları da anlamlandırma gücüne sahiptir. Yalnız kendi bedenini değil birçok başka nesneyi de anlamlandırma gücüne sahiptir. Öyle ki, insanın dış nesneler ve diğer bedenler hakkında edindiği fikir ve duygulanışları dış nesnelerin tabiatından öte insanın kendi teni hakkında bilgi edinmesinin de kaynağıdır.
Spinoza, bedensel algılarımızın zihnimizde canlanmasına örnek olarak ‘hayal etme’ ve ‘hatırlama’yı ele alır. Her iki kavram da birbiriyle bağlantılıdır. İkisi de bedeni belli bir tarzda duygulandıran dış cisimler ortadan kaybolduktan sonra bedende bu etkinin yinelenmesi sonucu ruhun bu cisimleri varmış gibi görmesi esasına dayanır. Ruh gerek hayal etme gerek hatırlama ile cisimlerin bedendeki duygulanış tarzı aracılığıyla yeniden bu cismi eski şekli ile algılar. Spinoza bunu şöyle açıklar:
“Öyle ise çoğu kere olduğu gibi, artık var olmayan şeyleri nasıl hazır olup da hazırmış gibi karşılayabileceğimizi görüyoruz. . . diyelim ki, Asıl Pierre’in ruhunun özünü meydana getiren Pierre fikri ile başka bir insanın, diyelim ki Paul’ün kafasındaki Pierre fikri arasında ne fark olduğunu açıkça biliyoruz. Gerçekten bu iki fikirden birincisi doğrudan doğruya Pierre’nin varlığının özünü ifade eder ve Pierre var oldukça onun varlığını kuşatır, ikincisi tersine olarak, Pierre’in tabiatından ziyade Paul’ün teninin halini gösterir. Ve böylece Paul’ün teninin hali sürüp gittikçe, Paul’ün ruhu, Pierre var olmasa bile onu var gibi tasarlayacaktır. . . dış cisimleri bize hazır gibi tasvir eden insan teninin duygulanışlarına şeylerin imajları (hayalleri) diyeceğiz; ve ruh, şeyleri bu tarzda temaşa ettiği zaman, onun hayal ettiğini söyleriz “(B2XVIIS, s. 98).
Spinoza aynı durumun hafızada da yaşandığını söyler. Ona göre, “hafıza”nın kökeni bedende olan bir fikirler zincirlenmesidir. (Spinoza, B2XVIIIS, s. 99) Spinoza bedensel varlığı bilen özneden ayırmaz. Onun bu görüşünü Fransız düşünür Merleau-Ponty eserleri de destekler. Merleau-Ponty en önemli yapıtı kabul edilen Algının Fenomenolojisi’nde (Phenomenology of Perception) bedeni algılamanın kaynağını benliğimizde bulur. (s. 53).
Filozofa göre, felsefe tarihi bedene gereken önemi göstermemiştir. Oysa beden, algısal deneyimimizin hem psikolojik hem de fizyolojik bakımdan dinamik bir kutbunu meydana getirir. Her şeyi kendi bedenimize dayanarak algılarız. Örneğin acı kendi yerini ifade eder. “ayağım acıyor” demek, “ayağımın bu acının nedeni olduğunu düşünüyorum” demek değildir; “acı ayağımda” demektir.
Maurice Merleau-Ponty, insan ı dünyayı kendi gözleriyle gören bir varlık olarak tanımlar. Yani, yaşayan, kendi gözleriyle gören ve anlayan bir varlıktır insan. Merleau-Ponty temel kavramlarından biri olan beden kavramını devreye sokar. Beden’i biyolojik bir konu olarak değil, kendi felsefi görüşünün merkezine yerleştirir. Beden kavramı üzerinden özne-nesne ikiliğini yeniden değerlendirmeye alır. Bu beden bir özne ve nesne olmaktan öte, yaşam dünyasına açılan ve kendine dönen, deneyimleyen, yaşayan bir bedendir.
Maurice Merleau-Ponty, Göz ve Tin adlı kitabında bedeni şöyle tanımlar: “Vücudum hem görendir hem de görünürdür. O ki her şeye bakmaktadır, kendine de bakabilir, ve o zaman, gördüğünde kendi görme gücünün ‘öbür yanını’ tanıyabilir. Kendini gören olarak görmektedir; kendine dokunan olarak dokunmaktadır; kendisi için görünür ve hissedilirdir… Ve bir sırtı olan, bir geçmişi ve bir geleceği olan bir kendi…” s.33-34
Maurice Merleau-Ponty’e göre bedenimde farklı duyular adeta aralarında iletişim kurarlar: bir kuşun havalandığı dalın hareketinde o dalın esnekliğini okurum, böylece elma ve kayın ağacını birbirinden ayırırım. Kuma gömülen bir demir parçasının ağırlığını, suyun akışkanlığını, şurubun yapışkanlığını görürüm. Döşeme taşlardan yapılmış bir yolda, taşların sertliğini geçen bir arabanın gürültüsünde işitirim. Nesnenin nesne olması, benim görsel alanımdan uzaklaşabilmesine ve hatta yok olmasına bağlıdır. Dolayısıyla kişinin zihinsel ve bedensel varlığı arasında bir köprü kurulmuş olur. Bu görüş açısından hareketle Merleau-Ponty yönelimsellik ve yönelmişlik (interntionality) olarak adlandırdığı kavramlardan yola çıkar.
Yönelimsellik ilkesi uyarınca bilinç artık kendi içine kapalı ve kendi halinde saf bir oluş hali değildir. Bilinç her zaman bir şeyin bilinci olarak belirir; yani her bilinç edimi bir nesne ile bağlantı kurmak suretiyle gerçekleşir. Bilincin bu yönelimsel edimleri şeyle kurulan durağan bir ilişki değildir; aksine yönelimsel bilinç deneylenen [şey]in görüşsel bir biçimde kendisine sahip olmaya çalışır. (Tepe, 2003, s. 14) Merleau-Ponty, yönelimsellik kavramından yola çıkarak özne-nesne ilişkisine bedeni de dâhil eder. Her şeyden önce beden dünyada- bulunmanın esas aracı, dünya ile karşı karşıya gelmemin imkânı, varlığımızın dünyaya demirlenmesidir. Merleau-Ponty de Spinoza gibi ruh-beden birliğinin yaşadığımız her anında yeniden icra edildiğini savunur.
Merleau-Ponty’e göre, bilincin yönelimselliği bedenin aracılığıyla mümkün olur, bilinç nesnesine beden ile yönelir.( (Merleau-Ponty, 2005, s. 122s. 122). Bu görüşe göre dünya ile ilişkimiz bedenin faaliyeti ile kurulur. (2005, s. 313) Bu bakımdan bedenimiz dünyaya yönelmiş bir devinim iken dünya da bedenimizin çıkış noktasıdır. Bu bakımdan beden, doğa ile tin arasında bir aracı rolünü üstlenir. Öz-bedenim, algı sahamın oluşturulmasının temelidir. Dünya ile doğrudan teması sağlayan öz-beden, algıların aracılığıyla bilincin anlamlandırma süreçlerini de belirlemektedir. Bilen öznenin algıları çeşitli duyu deneyimleri ile zenginleşir. Özne olmak, dolayısıyla da bir bedene sahip olmak, dünya ile, doğa ile, nesnelerle etkileşim halinde olmayı içerir. Dış dünyayı duyumsamamız duyu deneyimlerimize duygusal anlamlar yüklememizle gerçekleşir.
Paul Auster’ın otobiyografisine dönecek olursak, yazar bize yaşadığı bir takım olaylardan söz eder. Örneğin elli dört yaşındayken geçirdiği gastrit nöbeti hayatında önemli bir deneyimdir. Bu nöbetin gerisinde bir süredir birlikte olduğu sevgilisinden ayrılışı vardır. Dahası çok istediği Paris’e yerleşmesine iki hafta vardır. Durumun gerilimine dayanamayan Paul Auster çok şiddetli bir mide rahatsızlığı geçirir. Ve ancak yıllar sonra fark eder ki, bu mide sancısı ülkesini terk etme düşüncesine eşlik eden boşluk hissi, ondaki kaygı ve yalnızlık korkusunun sonucudur. Beden ruhunun dalgalanmalarına ve içinde yaşadığı güvensizlik hissine bu şekilde yanıt vermiştir.
Daha şiddetli bir kaygı durumunu Paul Auster 2002 yılında annesini kaybetmesi üzerine yaşar. Yetmiş yedi yaşındaki annesinin ölümünden iki gün sonra yaşamındaki ilk sarsıcı panik atağı geçirir. Ailesindeki ilk ölüm değildir bu. Daha önce babası, büyükanne ve büyükbabası, hatta erken yaşta kanserden kaybettiği kuzeninin ölümü dâhil hiçbir olayda yaşamadığı kadar büyük bir sarsıntı geçirir.“ Henüz tam olarak kendine gelemediğin o ilk saniyelerde, kendini hiç bu kadar kötü hissetmediğini, bedeninin benim bedenim dediğin şeyden çoktan çıkmış olduğunu, bu yeni ve yabancı fiziksel varlığın yüz tane tahta tokmakla dövülmüş, kayalar ve kaktüslerle dolu çıplak bir arazide atlara bağlanıp yüz mil sürüklenmiş, yüz tonluk bir şahmerdanın altında toz toprak olmuş olduğunu fark ediyorsun (2012, s. 108).
Bu rahatsızlıklar birer ruhsal çöküntü olarak çıksa da, Paul Auster’ın sözünü ettiği bedensel rahatsızlıklar her ne kadar birer ruhsal çöküntüye yol açmış olsa da, kendini ve acı çekmekte olan bilincinin yönelimini araştırmaya başlar. Bu noktada otobiyografik anlatı adeta bir iç bakışın imkânı haline gelir. Öyle ki Paul Auster bedenin öznel deneyimlerine ilişkin yüklüce olaylar sunar. Auster’ın otobiyografisindeki uzun bedensel edimler serisine tipik bir örnek vermek gerekirse aşağıdaki alıntı açıklayıcıdır.“Ufak odalardaki ve büyük odalardaki gövden, merdivenlerden inip çıkan gövden, havuzlarda, göllerde, nehirlerde, denizlerde yüzen gövden, çamurlu tarlalarda gezinen gövden, bomboş çayırların yüksek otları arasında yatan gövden, şehir sokaklarında yürüyen gövden, tepelere ve dağlara tırmanan gövden, sandalyelerde oturan, yataklarda yatan, plajlarda kumlara uzanan, kır yollarında bisiklete binen. . . daktilo makinelerinin üzerine eğilerek yazan, tipinin altında şapkasız yürüyen, sinagoglara ve kiliselere giren. . . parklarda beyzbol ve futbol toplarına vuran, ahşap zeminde, çimento zeminde, karo döşemeli zeminde, taş zeminde yürümenin farklı algılarını, ayağını kuma çamura, otların içine sokmanın farklı duyularını, en çok da bastığın kaldırımları hisseden gövden (2012, s. 54-55).
Dolayısıyla Merleau-Ponty’nin görüşüne göre söylersek yazar anlatıcı ben algıya ve kavrayışa geçmiştir. Kendi bütünlüğünü ancak eylemleriyle anlamlandıracaktır. (Merleau-Ponty, 2005, s. 341). Böylece otobiyografik anlatı yazarın bedensel performansları üzerinden öz bedenine yönelmiş olur. Bu bedenin yönelmişliği üzerinden yazar kendini bilme çabası içinde bu günlüğü oluşturmaya girişmiştir. Yazı masasının başında oturur. Kendini yürürken düşünür. Ya da böyle bir eylemi hatırlayan yazar eylem halindeki kendi bedenini ve bu eylemin bedeninde yarattığı duygulanımı hatırlamaktadır ve yazıya dökmektedir. Bu bedenin yazıyla olan ilişkisidir. Böylece hatırlama yazmaya etki eden bir unsur olur. Bu noktada kendini yazmaya iten şeyi anlamaya çalışır. Auster bunu şöyle dile getirir: “Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır. Sözcükleri aklına getiren, kafanda yazarken sözcüklerin ritmini işitmene yardımcı olan şey, yürüyüştür. . . Yazmak gövdede başlar, gövdenin müziğidir ve sözcüklerin anlamı varsa, bazen anlamlı olabilirlerse, sözün müziği anlamların başladığı yerdir. Sözcükleri yazmak için çalışma masana oturuyorsun, ama kafanın içinde hala yürüyorsun, sürekli yürüyorsun ve işittiğin şey kalbinin ritmi, kalbinin vuruşu. . . Yazmak, dansın daha az gelişmiş biçimidir”. (2012, s.190- 191).
*
Kaynakça
Auster, P. (2012). Kış Günlüğü. İstanbul: Can.
Gürsoy, K. (2007) Maurice Merleau-Ponty’de Algı Problemine Giriş. Ankara: Lotus.
Mehmet Büyüktuncay, Kış Günlüğü: Paul Auster’ın otobiyografisinde bedenin fenomenolojisi ve bedensel algı sorunu, Dokuz Eylül Ün. Edebiyat Dergi, cilt2, sayı3, 2013
Merleau-Ponty, M. (2010). Algılanan Dünya. Ö. Aygün (Çev.). İstanbul: Metis. (İlk Baskı 1948).
Naciye Atış, Spinoza Felsefesinde Beden ile Zorunlu Birlik İçerisindeki Ruhun Gücü, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2015 Güz, sayı: 20, s. 143-160. ISSN 1306-9535
Spinoza, B. (2009). Etika. H. Z. Ülken. (Çev.). Ankara: Dost.
Tepe, H. (Çev.). (2003). Giriş. Fenomenoloji Üzerine Beş Ders. Ankara: Bilim ve Sanat
edebiyathaber.net (28 Mart 2022)