Bilirsin, yazılmadıkça bitmeyen
şeyler biriktirir kadınlar.*
1984 adlı distopyasında Orwell, Okyanusya vatandaşları için tasvir ettiği faşist yapının içerisinde sanata dair hiç bir alan yoktur. Bilirsiniz sanatla uğraşmaya başlayan insan düşünür, sorgular ve her daim yaratıcıdır. Sanat, tüm insanlığın oksijenlenmesini dolayısıyla toplumun ya da toplumların düşünmesini sağlayan akciğeri gibidir. En önemlisi bireyi özgürleştirir. O yüzden faşist yönetimlerin sanatla ve edebiyatla kavgalı olduğunu herkes bilir. Hatta Michel Foucault’nun dediği gibi “İktidar, öncelikle boyun eğdirilmiş bedenler yaratmayı amaçlar” ve bunun için bazen sanatı da kullanmaya çabalarlar. Fakat yönetimin fikirlerini dikte eden bu “Çakma sanat” bir türlü toplum tarafından benimsenmez. Benimsenemez. Çünkü bireyi özgürleştiremez. Varoluşunu duyumsatamaz. Sanat insanın dünyaya “Ben vardım! Bir zaman sonra olmayacağım. Ama buradaydım! Ruhum da özgürdü, ” diye haykırmasıdır.
Bu uzun girizgâh, Erdal Beşer’in; ressam Nasrah Nefer ile söyleşerek kaleme aldığı onun biyografisini içeren Ruhun Ayrıksı Tangosu adlı kitabın incelemesi için. Mısır asıllı Almanyalı ressam Nasrah, bu zalim hayata, yeryüzünün bu dikenli ahalisine ancak ve ancak sanatla dayanabilmiş, ruhunu böyle özgürleştirebilmiş bir fırça ustası. Kitap, birinci tekil şahıs anlatısı olarak yazılmış. Nasrah’ın ağzından duyuyoruz onun zorbalıklarla dolu hayatını. İyi ki böyle yazılmış başka türlüsü hele tanrı bakışı anlatısı asla uymazdı o metine. Zalimliği anlatmaya. Okurken bile ara verme gereksinimi duyuyor insan çünkü.
Yazar, önsözünde kitabında bilinç akışı tekniği kullanıldı dese de kanımca Freudyen bir psikanalitik çözümleme demek daha doğru. Çünkü Ressam Nasrah’ın çağrışımları ve anılarıyla dolu acılı bir yaşam öyküsü satırlara yerleşen. Annesinin ona uyguladığı şiddeti okurken içiniz parçalanıyor. “Varoluşum bir hata,” diye düşünüyor sürekli. Ama ruhu da varlığını kanıtlarcasına dans etmek istiyor. Tango o yüzden. Milan Kundera’nın Yavaşlık romanından çıkma gibi Nasrah. Dans ederek meydan okuyor “Bir hatayım ama varım işte,” diyor.
Fırça sallaması, renklerle haşır neşir olması ise ruhunu bağımlılıktan kurtarıp ayrıksı tangosunu yapabilmek için. Kendisine yapılan zorbalıkları renklere akıtıp acısını sağaltabilmek için. Hep düşünmüşümdür “Anneler genellikle çocuklarının tacize uğradığını bilirler, bilmemelerine imkân yokmuş gibi gelir bana. Neden seslerini çıkarmazlar, ama neden kıllarını kıpırdatmazlar? ” Bütün suç çocuktaymış gibi davranırlar, neden? Kendimce yanıtım “Konforlarına ve alışkanlıklarına teslim oldukları için,” şeklinde. Sevgili okur bu konuda siz ne düşünürsünüz acaba? Spoi veriyorum ama ressamın annesi de durumu bildiğini itiraf ediyor sonunda.
Nasrah da kendi durumundaki birçok çocuğun yaptığı gibi kitaplara sığınıyor. Erkenden felsefeyle uğraşmaya başlıyor çünkü başka çıkar yolu yok yaşamının. Olayları anlamlandırmak için küçük yaşına rağmen felsefik okumalar yapıyor. Bu da ruhunu güçlendirip sanatla -resimle- dans etmesini sağlıyor. Kitapta her bölüm, içeriğine uygun bir resmiyle sunulmuş sanatçının. Çeşitli kitaplardan alınma özlü ve güzel sözler anlatılmak isteneni pekiştirmiş ve aslında genişletmiş de. Tabii okurken içimizi yakıp kavuran metne Sylvia Plath şiirlerinin yedirilmesi. Hele de “Babacım, seni öldürmek zorundaydım / Ben bir fırsat bulamadan önce sen öldün / Babacım, babacım, adi herif, bitirdin beni” ve “Bunu yapmak çok kolay bir hücrede / Ölmek ve kımıldamamak / Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi” dizeleri.
Mısır asıllı olması ülkesine ait mitolojiyi detaylıca okumasına neden olmuş. Ama satırlarda öyle naif bir atıf var ki şaşkınlığım nedeniyle defalarca okudum o bölümü. Nefertiti Mısır’ın en güçlü ve güzel kadınlarından biri olarak geçer bilirsiniz. Ama kocası Akhenaton, Nefertiti’yi tahttan indirip kızını çıkartır tahta. Nasrah’ın yaşanmışlıklarıyla yorumlayınca insan tokat yemiş gibi oluyor bu kıssada.
Eklemeden geçemeyeceğim anlamı hayli büyük ama küçücük bir anlatı daha var satırlarda: Fırça ustasının kulağına çalınan bir söylenti bu. Bir adam kızı olacağını öğrenince taciz etmek konusunda kendisine güvenemediğinden bebeği tahliye ettiriyor (küretaj). Kitapta anlatılmak istenenin doruğa çıktığı fakat okuyucunun da silkelendiği bir bölüm! Tüm kalbinizle bu cinayetin işlenmemiş ve sadece bir söylentiden ibaret olmasını diliyorsunuz.
Sonunda beklentisi yokmuş gibi davranıp, içine dünyalar kadar umudu doldurmaktan yorulur** Nasrah tüm hayatı boyunca. Bu nedenle Sylvia Plath gibi intihar etmeyi aklından defalarca geçirir. Fakat özgür ve sanatla dans etmeyi seven ruhu sonunda kendiyle barıştırır ressamı. Her üç kız çocuğundan ve her altı erkek çocuğundan biri tacize uğramaktadır diye bilgi de sunuyor okuyucularına satırlarda. Umalım doğru olmasın bu bilgi.
Bellek öyle bir yapı ki savunma mekanizması gibi işleyerek acıları zorbalıkları evirip çevirerek depoluyor zihnimizde. Nasrah da yaşadıklarını belleğinin derinlerden su yüzüne çıkarınca -psikanaliz ile- ancak anlıyor ne kadar güçlü birisi olduğunu. Mücadelesinin değerini. Kanımca herkes de bilsin istiyor. Yalnız değilsiniz diye haykırıyor çocuklara. “Ben de sizin yaşadıklarınızı sonuna kadar yaşadım. Sakın yılmayın. Var olduğunuzu dans ederek anlayın. İrininizi sanatla uğraşarak akıtın. Yaşayın yaşayabildiğinizce…” diye sesleniyor özellikle de kendisi gibi yaralılara…
*Tezer Özlü
**Nilgün Marmara
edebiyathaber.net (31 Ekim 2022)