Joyce… Ruhunu arayan bir adam gelir Joyce denince akla. Cizvit okuluna yazılacağı esnada, kendi gününün emanetçisi olan insanları görünce karar değiştiren özgürlük müptelası bir serkeştir Joyce. O günden itibaren sanatı odak noktasına alarak kendi sükûneti içinde savrulmuştur.
Korkmuyordur Joyce. Yalnızlık, topluma karşı giydiği bir zırhtı. Kendine dönme haliydi bu. Zırhıyla mutluydu. Kalabalığa karşı bireyce direnerek birey kalma hissi, yalnızca kendini kimseyle paylaşamama haliydi kim bilir.
Başına buyruk ve havai yanıyla bir sanat kompozisyonu çıkarmak için çırpınıp durdu tüm yaşamı boyunca. Dublin sokaklarına gençlik portresini yaparken üşenmeden, bıkmadan defalarca denedi “ben” ini çizmeyi. Sözcükler pastel renkleriydi Joyce’un. Ve tabii iflah olmaz yalnızlığı… Fakat eksik olan bir şeyler vardı.
Hayat onu kendi yolculuğuna çıkarmaya ısrarlıydı. O ise meczup bir ermiş gibi, yitik bir ruhu canlandırma çabasına girişmişti. Zira kaybolan ruhunun yabanıl bir tadı vardı. Girdiği her sokağı kendine çağıran, attığı her adımı özüne yolculuk olarak atfeden yazar, unutulmuşluğunun kusursuzluğunu arıyordu aslında. Çocukluğu zaten ölmüş, ölürken de basit sevinç kırıntılarını heybesine atarak yitip gitmişti.
Dünya koca bir arena ve Joyce bu arenada gürültülü bir kalabalığın ortasında köşede bekleşirken, var olmanın derin müteessiriyle kıvranıp duruyordu. Acaba aidiyetini yeniden inşa edebilir miydi? Sorgulamadan mutlu bir hayatı yaşayıp giden onca yığın içinde var oluşunu imge tuğlasıyla örerek kendi ben’ine tekrar kavuşabilir miydi?
Uçlarını yaratıp karanlığıyla yerküreye çadır çeken Joyce, ruhunu yatıştırmak istiyordu. O ilaç imgenin ta kendisiydi. Maddesiz, şeffaf bir naylona sarılmış imge, materyalist değerlerin yok ettiği ortamda o kadar kıymetliydi ki… Cezbenin kaleme değecek sözcükleri soyut bir imgeyi taşıyabilir, yeterince çıplak, şişman ve hantal olan dünyanın somut kirliliğini ancak ve ancak imge arındırabilirdi.
Peki, imgeyi yakalayabilmek kolay mıydı Joyce için? Kimseye benzememe diyetini yaparak uzaklaştığı çevreyi bir dış gözlemci bilinciyle inceleyebilir miydi? Kopmak ve karşı koymak… Düzene, topluma, evrene… Salt sanata açmak kucağını…
Var olan kokuşmuşluğu bir nebze olsun unutturacak, realitenin soğuk yüzüne ılık bir bahar rüzgârı estirecek, kış günü bir yaz akşamının bitmeyen tılsımlı saatlerini vaat edecek, duvar dibinde debelenen insanların boş bakışlarına bir ışık, bir efsun katabilecek tek olgu sanattı ona göre. Akla ve hayale sığmayan o sanat tutkusu imgenin kapısını çalacak, cezbe kanatlanacak, ruh saklandığı yerden çıkarak az da olsa benliğini hissettirecekti.
Tüm dinlerden kendini muaf tutmuş, tabuların ve kaotik kuralların uydurmacasından arınmış entelektüel figürdür Joyce. Kırılma noktasını çoktan aşıp var oluşun dışına çıkarak özüne ulaşmaya çalışmıştır. Özde biriken değerlerin başında bireyin ben algısına yönelimi gelir. Kendi benini devreye sokarak sanatı halkla buluşturma gayesi içinde olmuştur tüm ömrü boyunca.
Yaratı içe dönüklük ister zira. Tıpkı Tanrı gibi… Hükmünü uzaktan verip çekilir. Gölge etmez. Varlığını derince solutur ama kendisi müdahale etmez. Susar, konuşmaz. Yalnızca gösterir. Yalnızca imler.
Dublin’den global dünyaya uzanan, sınırları aşarak dört bir yanda ruhunu aramaya çıkanlara seslenen Joyce, ruhunu bırakıp gitti. O ve muadilleri hala bir dizi keşif serüvenindeler. Yaşama ket vuran, onu dilsizleştirip körleştiren din, ulusçuluk, emperyalizm gibi hastalıklardan sıyrılmak için direniyorlar.
Romanın sonuna doğru Stephen Dedalus (Joyce’un ta kendisi), en yakın arkadaşı ile konuşurken, “Her şeyi arkamda bırakıp gitmekten, yalnız kalmaktan korkmuyorum,” der. Gözüpekliliği ve kararlı tutumuyla Joyce, sanatı imgenin büyülü kapılarıyla aralayarak, bizi bir masal ülkesine çağırıyor. Sessiz adımlarında bir kararlılık… Omuzundaki tüm yükleri serbest bırakmış, yalın zamansızlığa doğru ilerliyor. Joyce ve muadilleri, sanatı ruhlarına dokundurarak vadelerini yaşanılır kılıyor.
Dublin sokaklarına portresini sözcüklerle asan Joyce! Zaman ne kadar geçerse geçsin, muadilleri, aynı ruh arayışıyla imgenin kuyruklu yıldızına yapışacak. Değişen hiçbir şey olmayacak belki, hikâyeler aynı olacak, yalnızca karakterler değişecek. Porteye asılan sözcükler personasına kavuşacak, işte o zaman tekilliğin imge arayışındaki muhteşem sancıların sonucu yolunu gözlediğiniz o şaheser doğacak.
Güler Kalem- edebiyathaber.net (6 Nisan 2020)