Ulaştığımız her yeni veri, üzerine emek harcadığımız her yeni çalışma bizi evren ve onun görünümleri üzerine daha fazla düşünmeye sevk ediyor. Öyle ki bu konudaki tartışmalar her geçen gün biraz daha alevleniyor, biraz daha hareketleniyor. Michael Talbot tarafından ilk kez 1991 yılında kaleme alınan ve Türkçe’de ilk kez 2015 yılında Omega Yayınları’ndan çıkan Holografik Evren de bu konuda oldukça ilginç önerilerde bulunan bir kitap olarak ön plana çıkıyor.
Holografik Evren, daha ilk bölümüyle okurun dikkatini çekecek oldukça önemli bir konuya değiniyor ve merkezine şu iki temel unsuru alıyor: “beyin” ve “evren”. Aslında birçok açıdan hayatı anlamlandırma konusunda bizim temel düşünce biçimimizi oluşturan bu iki unsur, kitapta bambaşka bir konuya kapı aralıyor: “holografi”. Öyle ki bu holografiler bizim gerçeklik algımızı sonuna kadar zorluyor ve neyin gerçek neyin bir yansımadan ibaret olduğunu anlamamızı güçleştiriyor. Daha kitabın ilk bölümünde gündeme getirilen bu konu, bizi metin boyunca bekleyen hadiselere dair da oldukça bilgilendiriyor. Oldukça kapsamlı bir girişin ardından gelen tüm bu veriler, bizi uzun bir yolculuğa çıkarıyor.
Şüphesiz ki bilimsel keşifler sıkı çalışmaların ve ona paralel olarak güçlü fikir yürütmelerin bir sonucu olarak zaman içerisinde hayatımızı değiştirdi ve değiştirmeye de devam ediyor. Bu açıdan birçok önemli isimdem söz etmek mümkün. Dünya var oldu var olalı bütün ilerlememizin kökeninde yatan temel faktör budur. Talbot da aslında kitabı boyunca bize bu önemli isimlerden çeşitli kesitler sunar ve “hologram” düşüncesi etrafında etrafına birçok önemli ismi toplar. Bu kapsamda ilk olarak Karl Pribram öne çıkar.
Pribram, kendi içerisinde holograma dair birçok soru üreten ve bu soruların cevabını ararken kendisini çok farklı evrenlerin içerisinde bulan bir isimdir. O, çalışmalarını kendisini yönlendiren sorular oranında derinleştirmekten ve bu konuda kendisine yeni yollar, yeni kavramlar, yeni açılar yaratmaktan de geri durmayan bir isimdir. Öyle ki bu çalışmaları Talbot ile birlikte birçok isme de ilham olmuş, onu bambaşka bir evrene doğru sürüklemiştir. Birçok açıdan öncü olduğu bu çalışmalar her ne kadar kökenini anılar ve anıların beyindeki konumu üzerinden doğsa da zaman içinde sınırlarını geliştirmeye devam etmiş, bir süre sonra tüm bu unsurlar büyük bir bütünün parçası hâline gelmiştir. Dolayısıyla onun bu öncü ve başlangıçtaki yaratıcı rolü oldukça kıymetlidir.
Pribram’ın çalışmalarının oldukça önemli ve kendisi için ilham verici olduğunu belirten Talbot, ondan hareketle birçok farklı isme yönelir ve onların çalışmalarını da ortak bir potada eriterek ortaya çok daha kullanışlı ve anlamlı bir veri zinciri çıkarır. Bu açıdan bir sonraki durak olarak Harvard’ın görme araştırmacılarından Daniel Pollen ve Michael Tractenberg’ten söz edilebilir. Her iki isim de yine benzer şekilde “hafıza” üzerine çalışma yürütmüş ve hafızanın beyindeki etkinliği üzerine yoğunlaşmıştır. Zihinsel imgeler ve onların gücünün peşine düşen araştırmacılar, bu konuda birçok farklı çalışma yapar. Bunlar içerisinde özellikle de Goethe’nin Faust’u üzerinden hareket ettikleri ve onu okurken beyindeki uyarıcıların hareketlerini takip ettikleri çalışma ön plana çıkar. Öyle ki bu çalışma beraberinde birçok farklı projeyi de sürükler.
Talbot, çalışmasının bir sonraki bölümünde “zihin” ve “beden” üzerinden hareket eder ve daha önce tartışmaya açtığı konuları daha da derinleştirmeye karar verir. Öyle ki bu süreçte konunun odağı giderek gelişir ve kendi içerisinde birçok meseleyi de barındırır. Gördüğümüz, dokunduğumuz, tattığımız, sevdiğimiz her şeyin aslında bir hologram olduğunu/olabileceğini ifade eden David Bohm ve Karl Pribram’dan hareketle fikirlerini sıralayan Talbot, bu evrenin daha en baştan beri bir rüya imişçesine farklı özellikler yansıttığını belirttir. Bu özellikler insanı birçok açıdan yanıltır ve kurgulanmış unsurları sanki gerçeğin bir parçasıymışçasına yaşamaya sevk eder. Çünkü insan, kendi başına ve elinde doğru veriler olmadan bu sıra dışı gerçekliği gerçekten ayırt edemez. Bir noktada her şey birbirine dolanır ve bunlar arasında ayrım yapmak giderek güçleşir. İşte asıl nokta da budur: gerçek ve gerçekliğin birbirinden ayrıldığı noktayı keşfetmek. Tüm çalışmanın özeti ve en özel yeri budur. Zira gerçekle gerçekliği ayırt edemediğimiz an tüm olgular anlamını yitirir.
“Enerji kalıpları” ve “frekans” gibi birçok önemli unsurun hologramik düşünce ve evrenin bir parçası olduğu belirten Talbot, bu kez Ronald Wong Jue gibi akademisyen ve araştırmacılardan hareket eder. İnsan bedeninin bir hologram olarak ne gibi özelliklere sahip olduğu/olabileceği gibi konuları inceleyen yazar, bedenin frekans ve diğer bilimsel verilere paralel olarak birçok farklı biçimde var olduğunu ve onun sınırlarını açıkça ortaya koymak için farklı metotların söz konusu olduğundan bahseder. Bu metotlar üzerinde çalışılan konuya göre değişmekle birlikte aslında özünde insanı hep kendi varlığına ve kendi varlığının görünümlerine yönlendirir. Dolayısıyla insanın bu hologramik sistemi anlaması için öncelikle kendi düşünce biçimini kavraması ve gerçekliğin ne gibi boyutlara sahip olduğunu fark edebilmesi gerekir.
Yaşamımız birçok farklı boyutuyla kendi içinde bilinmezler barındırır. Bu bilinmezler kimi zaman kendini açıkça gösterir, kimi zamansa belirli duvarlar, perdeler, sınırlar arkasına saklanır. Onu keşfedip ortaya çıkarmak oldukça güç olabilir. Bu konuda ne yapılırsa yapılsın, tüm profesyonel destek ve çalışmalara rağmen asıl öz kişinin kendisinde yer alır. Yani ancak insan isterse kendisini açabilir ve kendi varlığını açıkça ortaya koyabilir. Bizim gerçek ve gerçeklikle ilişkimiz de böyledir. Gerçeği görmek isteyen birisi kendisinden yola çıkarak ona ulaşabilir veya en azından ona ulaşmak için çaba sarf edebilir. Bu efor ve çalışmaya bağlı oranda da buna ulaşabilir. Ancak hiçbir şey bir gösterge, bir ifade olmadan insana ulaşmaz. İnsan, tüm bunları kendisi üretir. İşte bu noktada benzer bir sistem hologram için de geçerlidir.
Hologram olarak adlandırdığımız dünya, bir açıdan onu sanal bir yapı olarak da tanımlayabilir veya ifade edebiliriz, bizim zihnimizdeki dünyanın/dünyaların bir yansımasıdır. Bu yansıma birçok açıdan kendi içinde farklı boyutlar taşır. Bu boyutları birbirinden ayırt etmek, nitelemek ve sınıflandırmak oldukça güçtür. Talbot’un yaptığı kimi noktalarda bu düşünceye yaklaşırken zaman içinde daha derinlikli bir hâl de alır. Zaten metnin sonuna vardığımızda ortaya çıkan sonuç, elde ettiğimiz veriler ve tüm öğrendiklerimiz bizim bunu açıkça görmemize zemin hazırlar. Her şey bu görüntüye ulaşmak, ona daha yakından bakabilmek içindir sanki. Dolayısıyla tüm bu bilimsel süreci böyle tanımlamak, onu ulaştığımızda şaşırmamak aslında kitabın ve yazarın başarısını da açıkça gösterir.
Michael Talbot’un Omega Yayınları etiketiyle basılan Holografik Evren isimli kitabı, okur için hologramlarla ilişkimizi gözler önüne seren ve içinde bulunduğumuz dünyaya/yaşama dair yeni pencereler üreten oldukça farklı ve ilginç bir çalışma.
Ali Gence – edebiyathaber.net (24 Ağustos 2020)