Esrime
Gözün taşıdıklarına mı tutukluyuz yoksa, ya da bilincin kavrayışına mı? İkisi de birbirini taşımıyor mu duygu düşüncelerimize… Gene de, ben, rüyaların gizini çözememişimdir… Rüyalarımız, belki de o saklı ben’imizdir… Yalnızca bastırılmış duyguların dile gelişi olarak açıklamak çok sıradan, Freud, bu anlamda çoktan aşıldı sanki!
Yazarak rüyaları bir anlam yaratmak istemem, ama yazarım, çünkü oradadır biraz da insanın benliği.
Söze bunları yazmadan başlamalıydım… Çünkü, öylesine etkisindeydim ki; orada, o yemyeşil bir çayırlığın yanındaki akarsuda yıkanırken gördüm seni. Bir kuğu gibi yüzüyordun. Barok bir çağda gibiydik. Hani şu Vergilius’un Çobanıl türkülerini çağrıştıran atmosfer de bunu tümlüyordu.
Özgürce, sakınımsızca sudan çıkıp geldin, kollarımdaydın; dudaklarının yasemin kokusunu taşıdın dilime. Avuçladım nar tanelerini, dilimle dokundum uçlarına. Uzanmıştık çimenlerin üzerine. Dilim teninin her yerindeydi; omuzlarında, boynunda, sırtında, kalçalarında, arzu vadinde, köpüren zakkumunun tadında…kenetlenmiştik adeta…baygın, esrik, özgürce…yılanların sevişmesini andıran bir kenetlenme. Birlikte suya girmek isterken uyanmıştım.
Neydi bunun anlamı, sormadım. Yalnızca tenin uyanışı, bedenin o uyanışın esrimelerinde yepyeni bir enerjiyle zamanı kucaklaması anlamını buluyordu bende.
Ve rüyalarımız yazılmalı, yazmalıyız. Ne denli mahrem olursa olsun, kendimize ve sevdiğimize doğru yürümede bizi anlatır biraz da.
Orada bölünmüşlük duygusu da olsa, bastırılmış benliğimizin haritasında gezinmez miyiz sahi!?
Ne diyordu Anais Nin;
“Hepimiz kendi ‘ben’lerimizi doya doya yaşayabilseydik ortaya çok karmaşık bir örnek çıkardı.”
Gecesizleşmek
Güzdöndü, feleksiz bahardı beklenen. Kış, ara zamandı hep. Bakışsız bakış, gülüşsüz güldü hep dönüp dönüp baktığımız. Şimdi nerdesin, kolların yorgun. Hadi avutma bizi, bakışlarında saklanacak ne var; uzaklık bir dil olsa da, ten adanışı gece zebanisi. Evet, gece örter her şeyi; “hadi ordan aykaranlık” demeye gerek yok. Bizsiziz şimdi seninle. Odalara sığmıyor gözlerim, duvarlar cam. İşte sancı o zaman başlıyor, kollarında haz ağrısı; gözlerin yitirmiş sevincini. Oyalanma zamanıdır evet, gecesizdir bütün acele aşklar. Bekleyen kış gibi uzundur orada her şey. Ah, nasıl da avuntu çarşısı kuruyoruz kendimize farkında olmadan. Bakmayı unuttum evet, görmek acı verdiğinden. Cam duvarlar tuzbuz şimdi, hayatımız bir ayna oysa görme cesareti olana. Gitmeyi seçtin ya, bu figan ondan. Kuşsuz yuva neyin bahanesi, ya da şöyle demeli; yuvasız kuş hangi çağrıya verir sesini. Orada öyle durma, gözlerin ve ellerin hep aynı şeyi anlatıyor; susuz olan aramızda bir yol, ve beden kirinden arınmak istiyor artık. Bunu biliyorsun, gönül esintilerinde kendini vermek nafile. Arınmak yolculuğudur bizi taşıyan, belki bundan anlamlıdır aramızdaki ayrılık.
Gözlerin senin, gözlerin ele veriyor her şeyi sussan da, konuşmasan da, uzaklaşsan da; ve örtsen de zamanını gecesizliğine…
İşte orada başlıyor sanrı, kolların haz yorgunu bu gece. Yorgansız ve düşsüzsün artık. Acıyor bir yerin, kanıyor bir yerimiz farkındayız bunun ikimiz de. Yinelenen ne varsa çıkarıyorum hayatımdan, bir ferahlık için değil, bu kabuğu atmak için; dokundun ya geceme, kaldım ya gecesiz ve sensiz; şimdi orda kendi göğünde sen, çoğaltıyorsun başkasının sevincini.
Ve geceler ayaz bu yaz günü, bekleyen söz senden nasıl uzaksa öyledir. Bazen bir söz gelir kuşatır sizi, o köleleştiren yakınlıkların beklentisini alıp taşır başka bir zamana. Kırılma ve deri değiştirme zamanıdır bilirsiniz bunu. Gözlerimi alıyor Pavese’nin şu sözleri:
“Bir şey yalnız sana bağlıysa, onu elde etmek için istemek ve kararlı olmak yeter. Başkalarının onayına bağlı olan her şey, hiçbir şekilde ilgi gösterilmemesi gereken bir ‘alışveriş’tir.”
Şimdi senin zamansız ve gecesiz günündeyim. Ağrılardan ağrı seçmek yerine, geceki düşlerimin seyrine veriyorum kendimi.
Burculanan Sen
Yüzün senin, karşıma burculanan bir bakış elbette. Gözlere kem, cana siper; şu adsızlaşma yurdunda karşıma çıkan şaşkınlık. Belki, bir gül evet; dokununca tanınan. Ya da şöyle mi demeli buna; insan insana doğru yürümeyi öğrenince hissettikleriyle buluşuyor.
Gene de, burculanan sen, yıldızlardan ağıp gelen bir meleksin bana. Bunca yaşam dönemecinden geçip gelirken görmem, ve yürümem sana doğru… Ve adını kalbime bir mühür gibi kazımam, gözlerinin ışığını gözlerime taşımam…
Bendeki yüzün hecelenecek söz değil, bir kitabe yazısı; insan sevdikçe çoğalırmış derler ya, işte kendi hecesinde kendini var edip çoğalan bir yazıtsın bana.
Tanıma gerek yok, bilirim, güzelliğin bir çağrı; yaşarken görülen, severken hissedilen. Yüzünden geçen bütün gözlerin ne anladığını düşündüm bir ân; seven, kopan, ayrılan, bağlanan, unutan, küsen, öfkelenen, kırgınlaşan, bekleyen… Oysa, benim bakışım hiçbirine değmiyor, hiçbirinden geçmiyordu.
Sende sen olanlaydım, sende beni gösterende. Bir ayna tuttun, ve orada gördüklerim işte o burculanan halindi. “Gel ve sev,” diyen; sözden söze geçelimi isteyen…
Dönüp bakıp yürüdüğümdün, ışıltın almıştı gözlerimi. Vazgeçilmezlik burcuydun sen bana. Sağanağındaydım işte, nisan yağmurlarını andıran durulukta yağdın bana. Yeşerteceğin dallarımı düşündüm bir ânda, can hevenginde geçen bir ömrün aynası oldun… Geçitsizdin, ama uslanmaz söz gibi geldin, yıktın duvarlarımı işte. Dokundun her şeyinle bana. Burculadın sensizlik zamanımı. Belki de şairin şu sözleriydi aramızdaki tek kanıt:
SOLGUN BİR GÜL DOKUNUNCA
Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Ya büyük şehirlerin birinde
Geziniyor kalabalık duraklarda
Ya yurdun uzak bir yerinde
Kahve, otel köşesinde
Nereye gitse bu akşam vakti
Ellerini ceplerine sokuyor
Sigaralar, kâğıtlar
Arasından kayıyor usulca
Eğilip alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Ya da yalnız bir kızın
Sildiği dudak boyasında
Eşiğinde yine yorgun gecenin
Başını yastıklara koyunca.
Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
En çok güz ayları ve yağmur yağınca
Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.
Uzanıp alıyorum kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
Akşamlara gerili ağlara takılıyor
Yaralı hayvanlar gibi soluyor
Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor
Yollar, ya da anılar boyunca.
Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Behçet Necatigil
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (16 Mart 2021)