Richard Brautigan’ın intihar olması kuvvetle muhtemel ölümünden evvel tamamladığı, yaşama karşı hüzünlü bir veda anlatısı olan Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek[1] (YRHAG) uzun bir aradan sonra tekrar okuyucusu ile buluştu. Brautigan’ın yazarlığını tanımak için en uygun metni olan YRHAG bir veda kadar, yazarın o usta işi muzipliğinin de son örneği özelliğini taşıyor.
Görünürde bir kutu mermi mi ya da bir hamburger mi alıp almamanın öyküsüdür bu. Ama daha derinlerde farkına varamadıklarımızın, çoğu zaman ufak şeyler gibi görünmelerine karşılık yaşamımızda ne denli büyük rol oynadıklarının hüzün dolu anlatısıdır: “Kurşun yerine hamburger çekseydi canım keşke. Silah dükkânının hemen yanında bir lokanta vardı. Çok iyi hamburger yaparlardı ama aç değildim. Ömrümün geri kalanında hep o hamburgeri düşüneceğim. Hep tezgâhın başında oturacağım, gözyaşlarım yanaklarımdan akarken onu ellerimde tutacağım.” (s. 5)
Ve bir düşününce hepimizin o hamburgerin peşinde yaşamımızı geçirdiğimizi anlıyoruz.
Metni bu denli güçlü kılan, yüzeydeki mermi mi yoksa hamburger mi sorusundan öte altmetinlerle bir araya getirilmiş, yan karakterler ile güçlendirilmiş yaşam manzarasını çizebilmesi, Brautigan’ın anlatıcı olarak sesinin her satıra sinmiş olması. İsimsiz kahramanımız, otuz yıl sonra geriye dönüp çocukluğunda cebindeki son paralarla bir hamburger ya da tüfeği için mermi almak arasında kalır ve tercihi mermilerden yana olur. Yaptığı seçim ise öngöremediği sonuçlara, yaşam boyunca düşüneceği, omuzlarında bir yük olarak taşıyacağı bir kefarete dönüşür: “Yapımcısı, yönetmeni, senaristi, aktörü, müziği ve her şeyi olduğum bir filmin kurgusunu yapar gibi o günü zihnimde tekrar tekrar yeniden oynattım. 17 Şubat 1948’den beri sürekli bu film üzerinde çalıştığım devasa bir film stüdyosu var zihnimde. Otuz bir yıldır aynı film üzerinde çalışıyorum. Bunun bir rekor olduğunu düşünüyorum. Hiçbir zaman bitirebileceğimi de sanmıyorum. Aşağı yukarı 3.983.421 saatlik bir filmim var. Ama artık çok geç.” (s. 58-59)
Anlatı canalıcılığını burada saklar. Düşünmeden veya o an zaten kestirilemediği için tercih edilen eylemleri bütün yaşamımızı şekillendirebilir. Basit ve masum bir eylemin diyeti kendisinden kat be kat güç olabilir. İnsan yaşamının kırılganlığını her satırda Brautigan okura böylece gösterir. Yaptığımız seçimlerle bir kimlik ediniyorken, çoğu zaman sonuçlarını bilmiyor oluşumuz kimliklerimizin ne denli tesadüfi olduklarını anımsatır. Korunaklı yaşamlarımız ufak eylemlerle baştan aşağı değişebilir ve çoğu vakit olaylar kendi irademiz dışında gelişirken, pek güvendiğimiz kişiliğimiz hiçbir eylemde bulunamaz. Belki bu yüzden en yakınımızdaki yaşamları seçip onlarda ısrarcı oluruz. Kendi kurduğumuz yaşamın sadece kendimizin tasavvuru olduğunu kabullenmemiz gerekir: “O zamanlar takvimlere baktığımda, onun zamanın coğrafyasında kaybolduğunu ama artık aldırmadığını düşünürdüm. Çok geçmeden benim sonumun da aynı olacağını bilmiyordum.” (s. 52)
Zamanın coğrafyasında kaybolmak, zamanın dışına çıkmak, yaşamı bir başka boyuta taşıyıp yaşamak, gerçeklik ile ilgili tüm bağlarımızı koparır. Ama bu gerçek zaten yoktur, gerçek, zihninde ulaşmaya çalıştığı bir mesafede duran, sadece bir yaşam yorumudur. Ve yaşamın bir yorumdan öteye gidemeyişi yaşamlarımızın ne kadar kırılgan olduğunu acı bir şekilde yüzümüze vurur. Hafıza böyle oluşur, bu yüzden vardır ve can yakıcı bir hüviyete sahiptir. Çünkü hafıza kaçırdıklarımızın tekrar tekrar oynatıldığı bir dekordur –ama dekordur sadece, gerçek olamayışı bir kurguya inanan ama kurgu oluşunu da alttan alta bilen trajik okur gibi bizi yaşamın ne olup olmadığı konusunda yanılgıya düşürür. Hafıza aldatıcıdır ve ona kapılmak zaman ve uzay coğrafyasında kaybolmuş melankolikleri yaratır: “Levazımatçının kızı da bu rüyada bir karakter haline geldi. Gerçekten de pijamalarımla sandalyenin üzerine çıkıp zevk için cenaze törenlerini izledim mi? Gerçekten de vaktiyle morgun parçası olan bir müştemilatta oturduk mu? Levazımatçının kızını ve Everest Dağı’nın tepesinde yetişen ak papatyalara benzeyen ellerini rüyamda mı gördüm? Gerçekten de günün birinde hiç arkadaşı olmayan ölü bir çocuğun cenazesini görene kadar kızın ellerinden saklandım da sonum ölü çocuk gibi olmasın diye, buz gibi bir kış günü sıcak eldivenler kadar arzu edilebilirlermişçesine o ellere kur yaptım mı?” (s. 34)
Evet, kur yapmıştır çünkü “cenazesinde yetişkinlerden başka bir kimse olmayan o zavallı talihsiz çocuk gibi bir sonum olmasını hiçbir koşulda istemiyordum. O gün levazımatçının kızına bile olabildiğince arkadaşça davranacaktım. Hatta… hatta ellerine dokunacaktım. Dünyadaki en kötü şey, benim ölmem ve onun cenazeme katılmaması olurdu.” (s. 32) Her altmetinde, her yan öyküde kitap tercihlerin yaşam üzerindeki etkisini vurgular. Belki Brautigan da son anlarında, tabutuna son çakılacak çiviyi düşünmüştür. Kim bilir?
İnsan yaşamının üstünde durmaya başladıkça, eylemlerin bu denli kesif sonuçları olduğunu gördükçe, parçalara ayırdıkça yaşamı tüm çıplaklığıyla görmek dayanılmaz bir arzu haline gelir. Arzunun kökeninde biraz acı vardır keza kaybettiklerimizin ne olduğunu bellek ısrarla bize dayatır. Her parçayı bir yere yerleştirmek isteriz ki zihnimiz rahatlasın. Parçalara ayırmak ya da “belki de soyulma demeliyim, bir soğanı katman katman soyarsın da gözlerine yaşlar dolar, en sonunda soğan küçülür, hepsi soyulup biter ve kesersin ağlamayı ya, işte öyle.” (s. 35) Parçalara ayırmak çoğu zaman tüm eylemleri, yan öyküler olarak görüp ama yaşamımızda ne denli büyük etkilerinin olduklarının sonuçlarını görmeye bizi iter. Doğrudan etkisi olduğunu sanmadığımız hatta çoktan unuttuğumuz pek çok adım, parçalara ayrıldığında ihtimaller denizinin ortasında yer aldığımızı gösterir. Ve bu denizde boğulmayı hiç ama hiç istemeyiz: “Ne zaman zatürre sözünü duysam kulaklarım havaya dikilir. Bana hep ölmenin dehşet verici bir yolu gibi gelmiştir. Ciğerlerimin yavaş yavaş suyla dolmasını, sonra da kendi kendime ölmeyi, kendi kendimi boğmayı, bir nehirde ya da gölde değil, kendi içimde boğulmayı istemiyordum. Sadece birisi odadan çıktığında zatürreden ölüneceğine dair bir his vardı hep içimde. Yardım isterdin ama gelmezlerdi ve geldiklerinde de gitmiş olurdun: Boğulurdun!” (s. 43) Odadan çıktıklarında her şey geçmiştir ve biz zaten ölmeye yaklaşmışızdır. Odadan çıktıklarında her şeyin gerisinde kalmış, onların gidişine sadece bakmakla yetinmişizdir. Brautigan’ın adeta leitmotif olarak kullandığı ölüm kitapta sadece tıbbi ölümü kast etmez, onun ölümü Latince özdeyişteki gibi her ayrılığın biraz ölüm olduğudur. Ölümü düz ya da mecaz hangi anlamda okursak okuyalım Brautigan şiirsel bir sorgulama peşindedir. O gün gerçekten mermi almak yerine hamburger yemiş olsaydı yaşamı başka şekillenecek miydi? Levazımatçının kızının ellerini tutmuş olsaydı, göl kenarındaki adama zamanı söyleseydi, annesinin gece ağlamalarına katılsaydı bu ölümleri-ayrılıkları engelleyebilecek miydi? Göl kenarına özenle koltuklarını taşıyan çift ile konuşmuş olsaydı yaşamı başka bir kanaldan mı akacaktı? Onların balık tutma eğlencelerine uzaktan bakmak yerine katılsaydı karşılığı ne olacaktı? Ölen komşu çocuğunun oyuncaklarının bahçeden toplanmasına uzun uzun bakmak yerine onları alıkoysaydı daha mı iyi hissedecekti? Acı bir şekilde kendi içinde boğulmasını belki onların aksini yapsaydı engelleyebilecek miydi? Tercih sırasında, yani diğerini değil de bir başkasını seçerken insan ne düşünür? Hiçbir şey düşünemez. Sadece kendini bu ihtimaller denizindeki daha sonra soymaya çalışacağı bir parçaya bırakır ve onun nereye götüreceğini merak eder. Deneyimin en insafsız tarafı buradadır, deneyim insanı güçlendirirken bunun için ödemesi gereken bedel, deneyimin bizatihi yaşanması gerektiğidir, diyetini kendi içinde barındırmasıdır. Böyle anlarda, bizlere ne yapmamız gerektiğini söyleyen bir Süpermen’in olmaması gerçekten çok kötü. Ama insan olmak, az ya da çok hep aynı tercih sorunlarının başımıza gelmesi demek anlaşılan. “Sürekli canımı sıkıyor. Bazen ne olduğunu anlamaya çok yaklaşıyorum ama tam onu görecek gibi olduğumda kayboluyor ve ne olduğunu düşünerek bir başıma kalakalıyorum.” (s. 74) Her şeye karşılık, geriye acılar kaldığında, zamanı kaybettiğimizde, tozlar yükseldiğinde, göz gözü görmez hale geldiğinde, onu görecek gibi olduğumuzda, yaşamımızda bir rüya gibi kalmış kişilerin ve olayların yokluğunda, kısacası bizi biz yapmış ağıtlar için içten içe şunu biliyoruz:
Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek
Toz… Amerikalı… Toz…
[1] Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek, Çev. Bülent Doğan, Sel Yay. Eylül 2018 – alıntılar bu baskıdan yapılmıştır.
edebiyathaber.net (9 Ekim 2018)