Sabâ Altınsay: “Edebiyat da insanla ilgili olduğu için onun yaşadığı her travma, edebiyatın konusu olabilir.”

Mayıs 9, 2024

Sabâ Altınsay: “Edebiyat da insanla ilgili olduğu için onun yaşadığı her travma, edebiyatın konusu olabilir.”

Söyleşi: Aynur Kulak

Sabâ Altınsay, Benim Suçum Yok romanının yeni baskısı ile okurlarıyla yeniden buluştu. İkinci Dünya Savaşı’nın yoklukla, zorlukla, hastalıkla, yoğrulmuş atmosferinin tüm gerçekliğini yarattığı karakterler üzerinden anlatan Sabâ Altınsay, dönemin dilini, duygularını ustaca yansıtırken karakterlerle birlikte acının, nefretin, cezanın, iyiliğin, kötülüğün, adaletin, doğrunun, yanlışın ve suçun anlamlarını sorguluyoruz. Sabâ Altınsay söyleşimiz için buyurun lütfen.

“Anlattıklarım, kelimelerim, karakterlerim, olaylarım ve üslubum, söylemek istediklerime istediğim gibi hizmet etmiş ve ediyor.”

Benim Hiç Suçum Yok on üç yıl aradan sonra Düşbaz Kitaplar tarafından yeniden okurla buluştu. Romanınız için şu sıralar yaşadığınız heyecanı konuşarak söyleşimizi başlatmak istiyorum. Hem ülke gerçekleri hem sosyolojik değişimler hem de bireysel olarak birbiri peşi sıra çok şey yaşadık ve değiştik.

Çok haklısınız. Ülke gerçekleri hepimizi oradan oraya savurur oldu. Bazen çok canımız yanıyor. Aklımızın almadığı şeyler oluyor; vicdanları, sabırları zorlayan. Zihnimizi kanatarak anlamaya çalışıyoruz. Yorgunuz. Kendimiz için, çocuklar, gençler, hapistekiler, kadınlar, hayvanlar, yer altları, yer üstleri, açlar, toklar… Neyse ki henüz aklımızı yitirmedik. Sonra da benim “ortak gönül” dediğim şey, bir anda düşünüp taşınıp, belki de düşünmeyip ve taşınmayıp kalbini eline alıyor ve bir seçim yapıyor. Her şey yer değiştiriyor o zaman; öfke ümide, azgınlık korkuya dönüşüyor. Kimin payına hangisi düşerse.

On üç yıl sonra Benim Hiç Suçum Yok yeniden yayımlandı; heyecanlıyım. Dönüp bakıyorum, şimdi olsa yine böyle mi yazardım diye. Evet; aynen böyle yazardım, hiç değiştirmeden. Buna seviniyorum doğrusu, demek ki anlattıklarım, kelimelerim, karakterlerim, olaylarım ve üslubum, söylemek istediklerime istediğim gibi hizmet etmiş ve ediyor. On üç yıl içinde okurlar değişti; yeni nesiller, yeni okurlar geldi. Buna rağmen çabucak ve yeniden fark edildi Benim Hiç Suçum Yok. O kadar çok mesaj aldım ki. Heyecanımı artıran bu aslında. Edebiyat eskimez. Çünkü insan denen yaratığı anlatıyorsunuz. İnsan eskir mi? Duygular, korkular, aşklar, intikamlar eskir mi? 

Fakat bende değişen şeyler var elbette. Bu on üç yıl içinde üçüncü romanım Faili Malum yayımlandı. Bambaşka bir dil ve bambaşka “dertler”le yüklü farklı bir metin çıktı benim kalemimden. Bu da iyi bir şey bence. Aynı kalmamak iyi bir şey.  

Arka fonda çok önemli olaylar oluyor, bu olayları tematik unsurlarıyla konuşacağız elbet fakat sizi temelde dağılan bir aile motifini anlatmak üzere masanızın başına oturtan sebepler nelerdi? Romanı bu noktadan konuşmaya başlarsak eğer, tam olarak odağa aldığınız sebepler, meseleler neydi merak ediyorum.

Derdim insan. Bütün yazarların, romancıların, şairlerin derdi budur zaten. N’aparsınız, elimizde başka bir yaratık yok. Biz, o yaratığı bütün zaman, zemin, ortam, çağ, öte-beri ilişkisiyle ele alırız; duygularıyla, her türlü halleriyle. Yazarlar, dünyayı bir metin gibi okurlar. Nasıl ki ressamlar her baktıklarını renk diye görürler, yani sanıyorum öyledir, yazarlar da her şeyi metin diye görür, öyle hissederler. Bu tam da “burada bir roman var; bir hikâye var” duygusudur. Mesela bir his yakalıyorsunuz; diyelim ki Benim Hiç Suçum Yok’ta olduğu gibi bir öfke, kin, çaresizlik ve birkaç kişi yakalıyorsunuz. Mercan gibi, Cihan Nedim gibi… Şimdi burada bir roman var mı? Var. Hadi o zaman, bunun etrafına kurgu örelim. Zamana, zemine, kısacası bunu dünyanın bir yerine, hallerden birinin içine yerleştirelim. İşte odak da etraf da böyle doğuyor; doğdu. Bende böyle oluyor. Önce romanın hissiyatını görüyorum, onu taşıyan kişi(ler)i görüyorum sonra onlara bir roman yazıyorum. Hepsi bu.

Tematik unsurların başında aile, ilişkiler hem dikey hem yatay unsurlarıyla tüm toplumu etkileyen İkinci Dünya Savaşı dönemi, bu dönemde ortaya çıkan yokluk, dibi görünmeyen bir belirsizlik, belirsizliğin yarattığı korkular, mücadeleler, çarpışmalar ve insanın fıtratından gelen tutkularının, arzularının bu tip dönemlerde kendini daha da hissettirmesi geliyor. Bir tür hayatta kalma, yaşamda kalma güdüsü diyebilir miyiz bu durum için? Yokluk çok ciddi boyutlarda, açlık korkusu, ölüm korkusu çok baskın, aile içi sevgisizlik böyle bir yoklukta “normal”.

O “insan” dediğimiz muammanın bin bir yüzü, özellikle travmalarla ortaya çıkar. Savaş, göç, yoksulluk, hastalık. Edebiyat da insanla ilgili olduğu için onun yaşadığı her travma, edebiyatın konusu olabilir. Evet; iki kolu, iki bacağı, bir başı ve bir gövdesi olan ve üstelik düşünebilen, hissedebilen, akıl yürütebilen bu yaratığın, diğer tüm yaratıklar gibi hayata tutunma, hayatta kalma içgüdüsü var. Bu içgüdüyle hayatta kalmaya çalışırsınız ve her ne duygu yaşıyorsanız bu duygu, travma durumlarıyla birlikte tavan yapar. Öldürebilirsiniz, aldatabilirsiniz, öç alabilirsiniz, başkalarını veya kendinizi feda edebilirsiniz, herkesi ya felakete ya da kurtuluşa sürükleyebilirsiniz. Savaş, bunların şahıdır. İçinizde bir yerlerde uyuyan canavarlarınız, onunla uyanabilir, açığa çıkabilir. Milyonları peşinden sürükleyebilir. Ölenler-öldürenler topluca ama birbirinden farklı korkulara bürünebilir. Böyle bir noktada sevgisizlikten söz etmekte haksız mıyız? Sevgisizlik kendi kendine ortaya çıkmaz ki; onu doğuranlar vardır, besleyenler vardır. Bknz: Bosna, Gazze, Auschwitz.

Otoriter ve baskın bir anne Behice Hanım, kulaklarının duymadığını varsaydığımız makul, mantıklı fakat aynı zamanda edilgen Hikmet Efendi, uçarı hodbin olarak nitelendireceğimiz ailenin küçük oğlu Cihan Nedim ve aile içerisinde sevgiyi en hissetmeyen, bu sebepten öfkeli ve aslında ailesi adına toparlayıcı bir unsur olan abla Kadriye. Behice Hanım’ın kaderi değiştirmeye ant içen otoritesi ailenin tüm trajedisini belirliyor diyebilir miyiz? Ya da böyle bir tespit ne kadar doğru olur?

Gayet doğru olur ama hastalığı unutmayın. Az önce söylediğim travmalardan biri de hastalıktır. Kişisel felaketlerimizden biri. O öyle bir şeydir ki sizin bütün kararlarınızı, özgürlüğünüzü alır elinizden, her şeyinize o karar verir. Tek bir dakikanız bile artık size ait olmaz. Düşünün, Benim Hiç Suçum Yok’ta, Cihan Nedim’in hastalığı olmasaydı, her şey bambaşka olabilirdi belki de. Anne yine acımasız, baba yine edilgen, abla yine çaresiz abla olabilirdi, Mercan da bağrına taş basar, kaybolur giderdi belki. Ama işte Cihan Nedim’in hastalığı herkesi olduğu yere mıhladı. Ve hayatı ele geçirdi. Behice Hanım’ın otoritesini eline alıp aileyi çökertmesine destek oldu. Her şey birbirini etkileyerek, biri, ötekini tetikleyerek oluyor aslında. Hayat da böyle değil midir? Bir şey olur, o başka bir şeyi doğurur, ondan bambaşka şeyler doğar… Nihayetinde bakarız ki olmazlar olmuş.

İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk şartlarında ailenin ayakta ve bir arada durması anne özelinde bir hayat memat meselesine dönüştürmeyi neden tercih ettiniz? Ailenin ablası Kadriye özelinde de aslında ve Cihan Nedim’in sevgilisi Mercan tabii. Kadın karakterlerin, baskın dişil unsurların bu derece ön planda olması aslında, bir diğer çok önemli ayrıntı anlatılan hikâye adına.

Öyleyse size, şu anda yazmakta olduğum dördüncü romanımdan birkaç satır söyleyeyim de sorunuza tam cevap vermiş olayım.

“….Oysa kadınlar, resimleri bir araya getirmeyi, çoğaltmayı, onlardan biteviye hayaller yaratmayı bilir. Hayatın hayallerini kadınlar kurar, sonra yine kadınlar bozar.”

Erkek karakterlere baktığımızda sağır ve edilgen bir baba, Hikmet Efendi, uçarı, hodbin bir genç Cihan Nedim, karısını aldatan ve Mercan’a ağır şiddet uygulayan bir yüzbaşı ve sonrasında Cihan Nedim’in silah altına alındığı ordu şartları, askerlik. Yani erkeklik meselesi olarak karşımıza çıkan her şey, aile ve toplum davranışları, psikolojisi adına güçlü darbeler indiriyor, iyileşmesi zor yaralar açıyor öyle değil mi? Hikâyenin akışına etki eden eril unsurları da bu noktalarıyla konuşmak isterim.

Herkes birbirini etkiliyor aslında, kendi davranışının cevabını ötekinde buluyor. Bir de savaş ortamı var tabii. Bu zaten başlı başına eril bir ortam. Vur, kır, öldür, yok et, tecavüz et. Bazen düşünüyorum; dünyayı külliyen biz kadınlara versek savaş filan kalır mı acaba? Dünya, daha barışçıl, böyle sevgi böceği gibi bir yer olur mu? Fakat kadınların hışmı da hışımdır yani; maazallah.

Haksızlık etmeyelim ve romandan şu cümleyi de aklımızda tutalım. İnsanlık adına, erdem ve sevgi adına…  Biz buna kısaca ümit diyoruz.

“…Cihan Nedim, Mercan’ı sevmek için göze aldıklarıyla, alacaklarıyla beraber derin, inatçı bir aşkla yıkanıyordu. İkisi birleşip iki etmiyorlardı, hayır; üç ediyorlardı. Aralarındaki o gizemli ittifak, o birleşim, kadın ve erkeğin beraber yarattıkları o kuvvet, dünyayı değiştirecek, kötülüğü iyiliğe dönüştürecek, ümit etme ve hayal kurma gücünü insanoğluna armağan edecek tanımlanamaz bir kudretti; sonsuz istekti; yapabilme inancıydı ki insanoğlu bununla savaşları sonlandırıyor, tınısı ruhları yücelten müzikler icat ediyor, dünyayı hemcinsleriyle ve başka yaratıklarla paylaşıyor, her kelimesi cennetin yolunu döşeyen şaheserler yaratıyor, hayatı güzelliklerle beziyor, ruhundan süzülen ışıkla bugünü ve ebediyeti aydınlatıyordu. 

Bu sevgiydi. Kadınla erkeğin arasındaki o güç, cenneti yapan o kudret, sadece iki kişinin yaratabileceği bir şeydi ve başka kimsenin bunda payı ve hakkı yoktu. Ezel, an ve ebediyet, kadınla erkeğin gücünden doğuyordu. 

Ne olursa olsun “hiç suçu olmayanların”, Kadriye’nin, Mercan’ın ve Cihan Nedim’in romanı diyebilir miyiz anlattığınız hikâye için? Kadriye’nin yaşadığı hayal kırıklıkları ve mecbur kalışları, Mercan’ın Cihan Nedim’in yanına gitmek için katlandıkları, Cihan Nedim’in daha iyi bir gelecek için, bir umut parçası için orduya katılması ve orada yaşadıkları içime işledi. Düzenin, sistemin hiç suçu olmayanlara yaptıkları hikâyenin ana çekirdeğini oluşturuyor öyle değil mi?

Tam olarak öyle. Dünya kendi etrafında dönüyor, bizim en küçük bir dahlimizin bile olmadığı, olamayacağı şekilde, kendi bildiği gibi ve üzerinde milyarlarca hayat taşıyarak dönüyor üstelik. Neyiz ki? Zerre bile değiliz. Bir sonsuzluk tesellisi olmasa, hani “ruh ölümsüzdür” filan gibi bir teselli, kahrımızdan ölürüz. İnsan dediğimiz kendini çok yüce görüyor, görmezse dayanamaz zaten. Sizin sistem dediğiniz o şey, hepimizi içine alıp öğütüyor, çiğneyip atıyor. Göçüp gidiyoruz. O kader dediğimiz saçma şey karşısında tek değil, sonsuz sayıda seçeneğimiz var. 

Klasik, modern, çağdaş en çok hangi dönem hikâyelerine dair okumalar yapıyorsunuz veya seviyorsunuz? Sürekli masanızda, sehpanızda, elinizin altında duran sizin için önemli olan kitapları da merak ediyorum.

Ben hikâye okumayı seviyorum. Modern dönem hikâyeleri. Ama polisiye de seviyorum. Dünya edebiyatını anlamaya çalışıyorum bu arada. Edebiyat yeni yeni bakış açıları ediniyor. İklim krizi, yapay zekâ, insanların kitleler halinde yalnızlaşması… Sistemler sarsılıyor, otoriter yönelimler artıyor, göçmen krizi ırkçılığı palazlandırıyor. Ahlak, erdem, vicdan gibi insanlık değerleri, devletler nezdinde çöküyor bana göre. Buna karşılık gençlik, tıpkı ‘68 kuşağı gibi bir karşı duruş içinde; kabul etmiyorlar. Bütün dünyada vicdan ile otoritenin mücadelesi tekrar başlıyor sanki. Nereye gidiyoruz? Hakikaten dersimizi habire tekrardan mı öğreniyoruz yoksa her şey tamamen değişecek de bunlar bizim göremeyeceğimiz yeni yüzyılın doğum sancıları mı? Bundan 30 yıl, 50 yıl sonra dünya nasıl bir yer olacak; insanlar, hayatlar, sistemler, değerler nasıl olacak? Bunları düşünüyorum.   

En son Mojca Kumerdej’in Fragma’sını okudum. Etkileyici doğrusu.

Masamda şu ara hatta neredeyse iki koca yıldır, yeni romanım için felsefe, din, inanç ile ilgili ne kadar akademik tez, makale vs. varsa onlar duruyor. Sokrates’in Savunması duruyor. Abbas Amanat’ın Resurrection and Renewal, The Making of the Babi Movement in Iran duruyor. Bir vazo çiçek. Kalemler, kâğıtlar, elbette bilgisayarım, gözlüğüm ve bazen de kedim. Vallahi başka bir şey yok.

Kütüphaneme gidip şöyle bir baktığımda elimin en çok uzandığı şey şiir. Dinlendiriyor beni galiba. The Rime of the Ancient Mariner, İngiliz şair Coleridge‘inbaladları. Şiiri yüksek sesle okumayı seviyorum. Kapıyı dinleyen olsa “Bu kadın ne biçim konuşuyor?” diyecek.

Yeni bir roman çalışmanız, masanızda yeni bir dosya hazırlığınız var mı? Mesela bundan sonraki romanlarınızda tematik unsurların neler olmasını istiyor, hangi konu başlıklarını düşünüyorsunuz? 

19. yüzyılın ilk yarısı; İran. Tahire adlı bir kadın var; İslamın içinde kendi varlığını sorgulayan ilk kadın. Ve bugüne refere eden çok şey var onun hayatında. İki buçuk yıldır yazıyorum. Bitmek üzere. Ondan sonra distopya yazmak istiyorum; becerebilirsem tabii. Bakalım…

edebiyathaber.net (9 Mayıs 2024)

Yorum yapın