Fantastik anlatılarıyla tanıdığımız Sabri Safiye’nin son romanı Dağınık Oda, geçtiğimiz günlerde Günışığı Kitaplığı’ndan okuyucularla buluştu. Sabri Safiye son romanında “Düzen, dağınıklık” ve “karmaşa” gibi temaları yine bir fantastik bir evrende Ozan karakteri üzerinden anlatıyor. Yazar ile son romanı üzerine konuştuk.
Söyleşi: Kâmil Erenli
Yeni romanınız Dağınık Oda’da küçük bir çocuk karşılıyor bizi: Ozan. Ozan dağınıklıktan da dağınık olmaktan da hiç şikâyet etmeyen bir çocuk. Aksine, bu “düzeni” pek de seviyor. Günümüz çocuklarında dağınıklığa ve sorumsuzluğa karşı olan ilginin, bir şeyler yapmak istememenin epey arttığı izlenimindeyim. Romanınızda da ele aldığınız bu konu hakkında siz neler söylemek istersiniz?
Öncelikle kendi kahramanım Ozan hakkında konuşursam, onun dağınıklığı sevdiğini söyleyemem. Olsa olsa bu konu hakkında daha önce pek düşünmemiş olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle kitabın başında annesinin neden bu kadar katı davrandığını anlayamıyor. “Odamı toplamam neden bu kadar önemli?” diye içten içe dertleniyor olmalı. Kitap boyunca yaşadıkları ise onu düşünmeye itiyor. Bu macera sayesinde, aslında dağınıklığı hiç de sevmediğini, aksine bu durumun onu sevdiği şeylerden ayrı düşürdüğünü fark ediyor. Eğer günümüz çocuklarının, sizin de gözlemlediğiniz gibi, dağınıklığa ve sorumsuzluğa karşı bir eğilimi varsa, bunun gerçek dünya ile giderek daha az temas halinde olmaları ve bu nedenle çevreleri hakkında daha az düşünmeleriyle bir ilgisi olsa gerek. Onlar artık çoğunlukla dijital ve sanal bir dünyada yaşıyor, orada arkadaş edinip, orada öğreniyor, oynuyor ve eğleniyorlar. Deneyimleri maddi dünyadan kopuyor. Yaşamadığınız yer, doğal olarak sizin için önemini kaybeder. Kulağa endişe verici gelmesine rağmen, henüz geri dönüşsüz bir noktada olduğumuzu düşünmüyorum. Örneğin okulların sadece birer eğitim kurumu olmadıklarını, çocukları gerçek dünyada tutan en önemli buluşma noktalarından biri olduğunu pandemi döneminde gayet açık seçik gördük. Bence bu konuda sabırlı ve umutlu olmak gerekiyor. Sanal dünya, gerçek dünyanın cazibesini henüz tümüyle elinden alabilmiş değil.
Zilla bir hamster. Hem de oldukça kemirgen ve yaramaz bir hamster. Odanın dağınıklığından yararlanarak kafesinden kaçıyor ve karnını doyurmak için etraftaki kitapları kemirmeye başlıyor. Sonra da yuttuğu kelimeleri, Barış’la olan sohbetinde birbirinden bağımsız bir şekilde ağzından kaçırıveriyor. Zilla, bu kemirgenliğiyle okurları eğlenceli bir oyuna davet ediyor aslında. Bu kelime oyununu kurgularken neyi amaçladınız?
Okuduğumuz her yeni kitap, öğrendiğimiz her yeni kelime ufkumuzu genişletir, buna şüphe yok. Elbette bazen karşımıza anlamını bilmediğimiz kelimeler çıkar. Hatta bazılarına dilimiz de dönmez. Bu nedenle zihnimizde bir türlü yerli yerine oturamazlar, dünyamızın bir parçası haline gelemezler, yabancı kalırlar. Deyim yerindeyse onları sindirememişizdir. Bizim Zilla’nın da başına gelen bu aslında. Henüz sindirememiş olduğu kelimeleri ilgisiz şekilde ağzından çıkarıveriyor. Bunu kurgularken, çocuklara kitaplarda karşılaşacakları bu “bilinmeyen” kelimelerden korkmamayı, tam tersine onları merak ederek araştırmayı, eğlenceli bir yolla önermek istedim.
Tüylü Bir Uzaylı Macerası kitabınızda hayvanların bilimsel araştırmalarda denek olarak kullanılmasını eleştiriyordunuz. Dağınık Oda’da da Zilla’nın arkadaşı Muri’nin başına gelenlerin olduğu bölümde bu konuya değindiğinizi gördüm. Bu konuya dikkat çekmenizin özel bir sebebi var mı?
Hayvanların bilimsel deneylerde kullanılmasını etik bulmadığım gibi normalleştirdiği bakış açısının son derece tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Hayvanlarla ve doğanın tüm bileşenleriyle daha farklı ilişkiler kurabilmemiz gerekiyor. Uyum içine girmemiz gerekenin en başta insanın içindeki doğa olduğunu hatırlarsak çok önemli bir adım atmış oluruz. Yönergelerle, bazı uygulamaları yasaklamakla elde edilebilecek olandan daha fazlasına ihtiyacımız var. Bu nedenle yazdıklarımda hayvanların deneyler için kullanılmasını konu ederken durumu hayvanların gözünden/tarafından anlatarak daha bütünsel daha empatik bir yaklaşım oluşturmaya çalışıyorum. Ama dediğim gibi günümüzde sadece hayvanlar değil, bitkilerle, böceklerle birlikte tüm gezegen ahalisi insan hırsının tehdidi altındadır. Bu konuda yazmak için bundan daha iyi bir sebep olamaz bence.
Dağınık Oda’dan önceki kitaplarınızda da okuru fantastik bir evrene davet etmiştiniz. Sizi fantastik kurgulara çeken şey/şeyler nedir?
İnsan ancak hayal edebildiği bir dünyayı kurabilir. Özellikle çocukların başka bir gelecek hayal edebilmeye gerçekten ihtiyaçları var. Fantastik kurgular hem hayal gücünü ateşliyor hem de yazara çok zengin imkânlar sunuyor. Elbette bu zenginlik içinde kaybolup gitmemek önemli. Benim için fantastik olan bir kaçış değil tam tersine gerçek dünyayla bir yüzleşme yöntemi. Dünyaya ve insana, kanıksadığımız çerçevenin dışından bakabilmek, baktırabilmek bu sayede kolaylaşıyor. Çocuklar zaten buna çok yatkınlar, hatta bu özelliğe doğuştan sahipler diyebiliriz. Birçoğumuz büyümek dediğimizde, gerçek ile fantastik arasına kalın bir duvar çekmeyi anlıyoruz. Sıkıcı, yavan, ezberci bir büyümek bu. Oysa yetişkinler, içlerindeki o fantastik kaleydoskopu yitirmezlerse, çoğu kez kendilerini mahkûm ettikleri o seçenek fakirliğinden kurtulabilirler. Farklı olasılıklar yaratabilmek, gerçek dünyadaki özgürlüğün ilk şartı değil midir? Beklentiden daha fazla bir şeydir umut. Çocuklar hayal kurabilsinler ki geleceğe dair bir umut yaşayabilsin. Fantastik kurgular böyle önemli bir yere sahip bende.
Ozan, öğretmeninin verdiği kompozisyon ödevi için konu bulmakta zorlanıyor. Günümüz çocuklarının en büyük sorunlarından biri de bu sanırım; yaratıcılık. Günümüzde çocukların hayal güçlerinin yeterince geliştirilip desteklenmediğini düşünüyorum. Konuyla ilgili fikrinizi merak ediyorum.
Yaratıcılığı bir başlık olarak tartışmaya açmakta haklısınız. Ben, sorunu hayal gücünün zayıflamasından çok, yaşadığımız dünya ile bağının koparılması olarak görüyorum. Günümüzde çocuklar da yetişkinler de bir anlamda “dünyadan kaçış”a yönlendiriliyor. Çünkü yüz yüze kaldığımız gerçekler hem çok can acıtıcı hem de onlar karşısında güçsüzleştirilmiş, çaresizliğe ikna edilmişiz. Buna ne kadar dayanabilir ki insan? İster istemez onu çevreleyen gerçeklikten kaçış yolları arayacak ve daha az yaralanmayı umacaktır. Günümüzde hayal gücü bu kaçışı organize etmek için kullanılıyor daha çok. Şöyle düşünelim: Rüyalar aslında bize bir şeyler anlatır. Tamamen kendimize, kendi gerçek dünyamıza ait şeylerdir bunlar. Eğer onları doğru anlarsanız, yorumlarsanız, güçlenirsiniz ve hayatınızdaki birçok sıkışmışlıktan, zafiyetten kendinizi kurtarabilirsiniz. Ama eğer kendinizi rüyalarınızın büyüsüne kaptırır ve onların içine çekilirseniz, gerçeklik algınız bozulur, etrafınızda olup biteni anlayamayacak duruma düşersiniz, rüyada yaşamaya başlarsınız. Hayal gücünde de durum buna benziyor. Hayaller size dünyayı değiştirme gücü de verebilir, gerçeklikten koparak sürüklenip gitmenize de neden olabilir. Bu nedenle daha çocukluktan itibaren yaratıcılığımıza sahip çıkmalıyız, gücüne güç katmalıyız ki, onu elimizden kolayca koparıp, bir avuntu, bir oyalanma malzemesine dönüştürmesinler.
Güzel sorularınız için teşekkürler 🙂
edebiyathaber.net (11 Haziran 2024)
“Sabri Safiye: “Yaşamadığınız yer, doğal olarak sizin için önemini kaybeder”” üzerine bir yorum