İlhami Sidar’ın son romanı Sadakat, geçtiğimiz günlerde İthaki yayınları arasından çıktı. Etik çağrışımlarla yüklü bir adla okurun karşısına çıkan roman, adının işaret ettiği düz anlamın ötesinde, çok katmanlı bir anlam evreninden besleniyor.
Bunu daha ilk sayfaları çevirirken anlıyorsunuz. Bugünden düne, dünden bugüne akıp duruyorsunuz. Bir dilin yetkin kullanılışının okumaya kattığı zevkle, gözleriniz adeta satırlar arasında koşuyor. Romanda daha çok, Sason, Batman, D.Bakır, İstanbul, Ankara arasında gidip gelen olay örgüsü içinde yaşananlar, 90’ların ve 2000’lerin siyaset ve toplumsal gündemine göndermelerde bulunuyor. Olaylara yön veren karakterler iki farklı kuşağa mensup: 90’ların yetişkinleriyle, 2000’lerin gençliği. İki farklı tarihsel dönemi temsilen hareket eden karakterler dolayımıyla, siyasi ve kültürel bir kimliğin, Kürt kimliğinin kodları kurgulanıyor.
Ağırlıklı olarak şimdiki zaman kipini kullanan anlatıcı (romandaki ifadeyle “nakil”), atmosfer aktarımını ve mekân tasvirlerini, bir kameranın kadrajından yansıtır gibi, bir üst bakış açısından anlatıyor. Böylece okur, tiyatro sahnesini tasvir eden bir oyun metniyle baş başaymış izlenimine kapılabiliyor. Bu teatral anlatış, metnin dramatik etkisini güçlendiriyor. Mekân, bir sahne vurgusu kazanırken, kurgusal zaman boyutu da, geri dönüşlerle bir sarmallık niteliği kazanıyor. Anlatının, sıklıkla bilinç akışı tekniğine yönelerek dili “başıboş” bırakmasına rağmen, metnin pek çok bölümüne serpiştirilmiş lirik ögeler genelde şiirsel bir dili metne hakim kılıyor ve okura, zevkli bir okumanın keyfini yaşama fırsatı sunuyor.
Metnin bir başka özelliği de, türlerarası nitelik taşıması. Okurun belli aralıklarla karşılaştığı şiirler ve yer yer de anlatıcının devreye girip felsefi sorgulamalara girişerek bir deneme dilini metne dahil etmesi, anlatıya türlerarası (roman – şiir – deneme) bir nitelik kazandırıyor. Okurun dikkatini hep uyanık tutan ve dinamik bir okumayı sağlayan bir dil bu. Fakat kendi açımdan olumsuz bir etkilenimle gözlemlediğim iki şeyi de belirtmeliyim: Birincisi; özellikle ilk bölümlerde göze çarpan “amaçlanmış” şiirsellik, yer yer yapaylaştırıcı bir etki yaratmış. İkincisi artık eskidiğini düşündüğüm devrik cümle eğilimi… Sevindirici olansa bu iki özelliğin de, romanın ilerleyen bölümlerinde yoğunluğunu yitirmiş olması.
Metinde dikkat çekici özelliklerinden biri de, anlatıcı öznenin zaman zaman söylevleriyle araya girip anlam oluşumuna müdahale etmesi. Genellikle 19. yy klasik – gerçekçi anlatılarını hatırlatan bir özellik bu. Ayrıca, bazen yazarın bizzat devreye girip kurgunun kendisini tartışma konusu yaparak metne bir “açık yapıt” özelliği katması söz konusu. Bu şekilde, yazarın kendisinin de, kurguya dahil öznelerden biri haline getirilmesi, metni, postmodern edebiyatın yapı taşlarından biriyle ilişkilendirmiş oluyor.
Karakter çizimine ilişkin söylenebilecek şeyleri, “Ebeveynler ve Çocuklar” üst başlığıyla ele almak mümkün görünüyor. Erkek karakterlerden Miran ve Hadi Bey, birinci kuşağın üyeleri. Miran, ölüme kadar götüren bir kararlılıkla siyasi aktivist. Hadi Bey, yarı yoldan dönmüş bir militan eskisi. Birinci kuşağa mensup bir kadın karakter olarak Zişan, silik ve sinik; “kahır çeken kadın” imgesini temsil ettiği, rahatlıkla söylenebilir. Genç kuşaktan temel karakterler olarak Miran ve Zişan’ın çocukları, Jan ve Rojin; Hadi Bey’in kızı Dila var. Dila, anlayış timsali, munis. Bu haliyle, birinci kuşağın kadın portresine daha yakın. Rojin ise, hırçın bir şair “adayı.” Ama, biraz babasının kızı. Jan, “Miran Soylu’nun oğlu” olmanın aczi içinde, varoluşsal sancılarla boğuşuyor. Ama, her durumda, genç kuşak üyelerinin kültürel kimliklerinin “genetik” kodları, babalardan devşirilmiş gibi. Karakter çiziminde sorunlu görünen bir noktanın altını çizmek gerekirse, Jan’ın konuştuğu 100. sayfaya bakmak gerek: konuşmanın içeriği, konuşan öznenin özellikleriyle uyumsuz, naiflikten uzak ve konuşanın yazarın kendisi (hatta bir şair) olduğunu fazlasıyla ele veren özellikte. Uygun olmayan karakterlere şiirsel – felsefi nutuk çektirmek, söz konusu karakterin sahiciliğini zedeleyebiliyor. Metinde zaman zaman rastlanabilen bir durum bu. Romanda genel olarak anlatma yöntemi hakim; bir tür hikaye anlatıcılığı. Diyalogların çok az olması, belki de bu yüzden. Özellikle, bilinç akışının ön plana çıktığı bölümlerde dilin kelimelere bölünmüşlüğü okuru, sanki kübik bir tablonun karşısındaymış gibi, parçaları birleştiren bir okumaya yönelttiğinden, aktif bir okur profili gerektiriyor. Bölümlerin kısalığı da, okumayı dinamize eden bir faktör.
İçeriğe gelince…
Romana adını veren sadakat kavramı, ahlaki-kültürel referanslardan beslenen bir kavram. Olay örgüsü içinde önce bir evliliğin (Zişan –Miran evliliği) sınırları içinde anlamlandırılan sadakat, sonraki bölümlerde giderek toplumsal referanslarla ilişkilendiriliyor. Toplumsal hafızanın işleyiş biçimleri; unutuş ve hatırlayış mekanizmalarının nasıl işlediği, iki ayrı kuşağın üyeleri üzerinden kurgulanıyor. Toplumsal tarihin dehlizlerine süpürülmüş olan gerçek, bireyin hafızasının kıyılarında yüzeye çıkıyor; kayıp Ermeni kuşaklar vs. Devrimci babaların ve ağabeylerin liberal veya yine devrimci çocukları veya kardeşleri birinci kuşağın gölgesi altında yaşarken, öncekilerin siyasi-kültürel mirasını reddetme ya da benimseme tutumu arasında gidip geliyorlar; Jan ve Bayram örneklerinde olduğu gibi. Romanda, Kürt şehirlerinden uzak metropoller, siyasi ve kültürel kimliğe yabancılaşmayı imleyen önemli bir coğrafi metafor olarak işlev görüyor; özellikle de İstanbul. Fakat bir yandan da ikinci kuşakta, İstanbul ile Diyarbakır arasındaki kültürel mesafe kısalmış görünüyor; bu iki şehirde de, dans pistleri, şarap, doğum günü partileri, felsefi tartışmalar vs, öğrencilerin günlük yaşam rutinine girmiş durumda. İşte sadakat, iki kuşak arasında; dans, şarap, değişen sevgililer ve felsefi tartışmalarla sürüp giden bir gençlik hayatının açtığı derin çatlakta, sorunsallaşıyor. Sadakat kavramı etrafında bir bağlama oturtulan kimlik sorunsalı; hazin bir hikâye, ağır bir hatıra, bireyin hafızasının kapısını her vesileyle çalan, terk edilemez, devredilemez genetik bir miras gibi, toplumsal hafızanın saklı yerlerinde pusuda bekliyor. Bu miras, sahneye çıkmak için, gününü; bir bunaltı, bir bulantı anını bekliyor. Bir tartışma sonrasında, Jan’ın hafızasını örten perdenin yavaş yavaş aralanması gibi. Metnin içeriğine ilişkin vurgulanabilecek bir başka özellik de, metinlerarasılık… Gerek varoluşsal sancılar, intihar, psikanaliz gibi tematik göndermelerle, gerekse de, anlatıcının araya girerek adını andığı başka metinlerle birlikte, edebiyatın tema ve söylem açısından bir sürekliliği temsil ettiğinin altı çizilmiş oluyor. Bu bağlamda okur, adeta bir hafıza yolculuğuna çıkarılıyor: Kutsal metinlerden Dostoyevski’ye, Camus’ye; Shakespeare’den Furuğ Ferruhzad’a uzayan bir vefa ayinine dönüşüyor sayfalar.
Romanda anlatılan olayların geniş zamanın sınırsızlığında sunumu, olup bitenlerin burada ve herhangi bir zamanda, bizlerin ya da başkalarının yaşayabileceği bir ihtimal aralığında düşünülmesine imkân sağlıyor. Böylece, roman karakterlerinin temsil ettiği insani haller okuru, insanlığın ortak kaderiyle yüzleşmeye davet ediyor. Ve anlıyoruz ki; tüm zamanları kesen şey; insanlığın varoluşsal düğüm noktalarıdır… Metinde, dil-anlam ilişkisiyle alakalı bir başka duruma dikkat çekmek de şart görünüyor: Genellikle olumlu kadın karakterlerin resmedildiği metinde, kadın hayatı üzerinden, ataerkil kültürün riyakâr namus anlayışına eleştirel göndermelerde bulunuluyor. ( Tecavüzcü kayınbaba figürü…) Ancak, yine aynı ideolojinin; “namusu”, “sadakati” kadın bedeni üzerinden kodlayan “cinsiyetçi” dilini de, yakın sayfalarda bulabiliyoruz. Meselâ, Zişan’dan bahsedilen bölümde, bir kadının dilinden şu cümleler dökülüyor: “ … kendimi sana teslim ettiğim günden beri…”, ya da “… tertemiz kızlığını kızoğlan kız teslim edip…” (s.30) şeklinde ifadeler… Bunun, cinsiyetçi ideolojinin dildeki tortularını gözden kaçırmış bir yazar “dalgınlığı” olarak düşünülmesini önerebilirim, metnin genel anlam evrenini göz önüne alarak.
Romanın son sayfalarında, yazarın okuruyla yazma etkinliği konusunda söyleşmesi; elinizdeki metnin, yazarla okurun durmaksızın yer değiştirdiği bir zamanın ruhuna seslendiğinin, işareti. En sonunda da, Lorca’dan seçilmiş bir şiirin mısralarında, metnin son sözünün şifrelerini bulabiliyorsunuz. Kitabı kapattığınızda, sözün büyüsü ve bir şiirin damakta bıraktığı tadla baş başasınızdır artık…
Remziye Arslan – edebiyathaber.net (27 Haziran 2014)