Geçtiğimiz ay Sel Yayıncılık tarafından yayımlanan “Acı Çeken Tanrı”, Slovak düşünür S. Zizek ve bir tanrıbilimci B. Gunjevic’in teoloji üzerine akıl yürütmelerini içermektedir. Temelini Zizek’in “İsa’nın Canavarlığı” başlıklı çalışmasından alan ve Semavi inançlar, felsefe ve psikanalizin kol gezdiği bu eser, bugünlerde Türkiye’nin gündemindeki pek çok şeye farklı bir tartışma boyutu ve derinlik katabilecek bir içeriğe sahip. Lacan, Augustinus, Dante, Dostoyevski’nin metinlerinden ve kutsal kitaplardan güç alan tartışmalar, din ve şiddet ilişkisinden, Tanrı’nın yasa üzerindeki etkisine hatta Tanrı’sız bir yaşamın çok daha kısıtlayıcı olabileceğine değin uzanıyor.
“Baba, ancak öldüğü için –ve eklemem gerekir ki- ancak kendisinin öldüğünü bilmediği için arzuyu etkili olarak yasaklayabilir. Freud’un kendisine göre Tanrı’nın öldüğü, yani Tanrı’nın öldüğünü bildiğine inanan modern insana sunduğu mit işte buydu. Freud niye bu paradoksun üzerine gider? Baba’nın ölümünde arzunun çok daha tehditkâr olacağı ve bu yüzden yasağın daha lüzumlu ve sert olacağını açıklamak için. Tanrı öldükten sonra artık hiç bir şey mubah değildir.” J. Lacan.
Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’te, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’ine atfettiği “Tanrı yoksa her şey mubahtır” sözüne atıfta bulunan Lacan’ın bu cümleleri Zizek’in kitapta üzerinde durduğu konuların başında geliyor. Ona göre, Tanrı’nın öldüğünü, Tanrılı devrin kapandığını düşünen modern ateistler, bilinçdışında Tanrıya inanmaya devam ederler. Çünkü Zizek, eski inanırların kalmadığını düşünmekte ve modern Özne’nin mutluluk arayışlarıyla hedonist zevklerin peşine düştüğüne bununla birlikte bilinçdışı yasakların nesnesine dönüştüğüne inanmaktadır. Bundandır ki bastırılanın arzular ve hazlar değil yasakların kendisi olduğunu söyler. Bu kültür tutsağı Özne’nin “Tanrı yoksa her şey mubahtır” düşüncesi, insanı sınırlayan yasakların bilinçdışına daha fazla nüfuz etmesine yol açar. Bu nedenle de Tanrı’nın varlığı Özne’yi Tanrı’nın yokluğundan daha fazla özgürleştirir. Özne’nin Tanrı’nın varlığına ihtiyacı vardır. Kendi sözleriyle “hakikaten de hiç bir şey bir hedonistten daha baskıcı ve denetimli olamaz”.
Kitapta özellikle de Zizek’in yazdığı “İslam Arşivlerine Bir Bakış” ve Gunjevic’in “Her Kitap Kale Gibidir: Söz İnsan Oldu” başlıklı makaleler, spekülatif önermeleri nedeniyle tartışmaya açık alanı oluşturmaktadır. Ancak şimdiye değin bu konuda bir eleştiri çıkmamasını, kitabın henüz okunmadığına bağlamalıyız bilemedim. Ancak ilgilisi için bir hayli fazla tartışma malzemesi içerdiği kesin. Bilhassa İslam’da kadının örtünmesi konusundaki yaklaşımı oldukça tartışmalıdır. Zizek, Antik Yunan ressamları Zeuksis ve Parrhasios arasındaki resim yarışmasına atıf yaparak kadının örtünmesi sorununa ışık tutmaya çalışır. Zeuksis, yarışmada üzüm ve asmayı o denli gerçekçi biçimde resimlemiştir ki, örtüyü kaldırdığında kuşlar üzümleri yemek için resme konmaya çalışmışlardı. Sıra Parrhasios’un resmini görmeye geldiğinde Zeuksis, bir an önce resmi görmek için merakla, perdeyi kaldırmak istemiş böylece perdenin resmin kendisi olduğu anlaşılmıştı. Zizek buradan yola çıkarak spekülatif sorusunu sorar: “Ya bu örtünün örtmeye çalıştığı gerçek skandal, altında saklı olan dişil vücut değil de dişil olanın var olmayışı ise?”
Musevilik ve İslam’ın aksine Hıristiyanlığın oğlun kurban edilmesine rıza göstermesine işaret eden ve kurtuluşu acı çeken Tanrı’da bulan, bu düzlemde teolojik tartışmalar sunan bu kitap oldukça düşündürücü ve kışkırtıcı bir içeriğe sahiptir; umarım okunur ve hak ettiği tartışmaları başlatır.
İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (6 Kasım 2013)