Sadece kadınların eşlik edebileceği şarkılar | Erdinç Akkoyunlu

Nisan 17, 2019

Sadece kadınların eşlik edebileceği şarkılar | Erdinç Akkoyunlu

Nitelikli ile popüler edebiyat eleştirisini birbirinden ayıran çizgi, aşk ile alçaklık arasındaki kadar ince, can yakmak için planlanmış sözler kadar keskindir. Bugünlerde aptallıkla eş değer sayılan erdem sahibiyseniz  bir metni ve yazarını yerip ya da överken kişisel beğeninizi ve düşmanlığınızı bir kenara koysanız iyi edersiniz. Yoksa varacağınız nokta, unutulmuş metinler mezarlığı olur. Günümüzde edebiyat eleştirisi popülerleşmenin edebi uğraşı sayılırken metni çıkarlardan sıyrılarak yazma  ne eski moda bir tavsiye değil mi?  İnsanların sonuca varıncaya dek türlü şirinlik maskesi taktıkları onursuzluklarına üzülme konusunda hala bir antika bir inanca sahibim. O kalıcı hastalıklar bırakan rezil ilhamlardan aldığım zehirli güçle ve eleştirmen unvanımı bir an evvel romancı ile değiştirmenin ateşi harlanan arzusuyla da yazıyorum. Bu eleştiride ise Gustave Flaubert ile Lev Nikolayeviç Tolstoy’a haksızlık etmekten, Madam Bovary ile Anna Karenina’ya aşık olmak kadar çok korkuyorum. 

Tarihi yargılama

Ağzından her çıkan kanun sayılan bir ütopyanın veya adı demokratik olan bir ülkenin aynı gerçeküstü yetkilerine sahip yöneticisi olsaydım, Flaubert’in Madam Bovary’si ile Tolstoy’un Anna Karenina’sını okumayan kızların evlenme kağıtlarını imzalamazdım. Edebiyat tarihinde başka iki roman yok ki hayat karşısında insanı bu denli çaresiz bırakan gerçekleri, metne olduğu gibi alabilmiş olsun. Roman gerçekliği hayatın gerçeklerini eğip bükmeden ve kendi kurgu kalıbına sokmadan asla onu edebiyatın konusu yapamaz. O nedenle roman, bir gerçeği anlatmanın iddiasında değil, kurgunun gerçekliğini yaşatma çabasındadır. Yapılan iş yaşamın gerçekliğini bir metne dökmek olmadığından da edebiyata kimse çıkıp anlattıkları için hesap soramaz. 1857 yılının Fransa’sında bu kural o kadar kayda değer olmamalı ki, 35 yaşındaki Flaubert yazdığı roman için yargılandı. Davanın hakimi yazar Flauber’te, romanda doktor kocası Charles’in sunduğu ve o döneme göre hiç de kötü olmayan imkanlardan hoşnutsuz olduğu için kocasını başka erkeklerle aldatan Madam Bovary’in gerçekte kim olduğunu sorduğunda, Gustave izleyicilere dönerek ‘Madam Bovary benim’ dedi. Ve roman gerçekliği ile gerçek hayat arasına edebi bir çizgi çekti.

Tıp literatürüne girdi

Madam Bovary’i büyük yapan Flaubert’in tarihi yargılamasından kaynaklı değil. Tarihteki yargılamalara ilişkin bir liste yapılacak olsa işimiz kolay:  2500 yıl önce dünyanın yuvarlak olduğunu, tek bir yaratıcı bulunduğunu ve insanların erdemle davranması gerektiğini söylediği için ‘Gençleri yoldan çıkartma’ suçuyla idam edilen Sokrates ile ‘Dünya’nın döndüğünü savunduğu için Engizisyon’da yargılanan ‘Ama yine de dönüyor diyen Galileo’nun trajedileri yeter. Flaubert’in de roman gerçekliğini resmi kayıtlara geçirdiği savunması bir kenara, Madam Bovary’i büyük ve önemli yapan alt metninde yapışkan bir ıslaklıkla ağrılı ve inlemeli acılarından geliyor. Roman, 19’uncu yüz yılın ilk yarısında kendini okuduğu aşk romanlarının etkisine kaptıran ve bu yönüyle de okuduğu şövalyelik romanlarıyla kendini şövalye ilan eden İspanyol soylusu Don Quijote’ye metinler arasılık yapan Emma Bovary’in romandan sonra tıp literatürüne ‘Madam Bovary Sendromu’ olarak da geçecek ‘Tatminsizliği’ni anlatıyor. Bir taşra doktoru olan eşi Charles’in ona Paris soylu kadınlarının yaşadıkları gibi balolar, pahalı hediyeler içinde bir hayat sunmak yerine ona sadık ve yaptığı işten dolayı yorgun bir eş olmasına katlanamayan Emma, boşanmanın henüz avukatlık mesleğini finanse etmek için bir hukuk endüstrisine dönüşmediği yıllarda çözümü eşini aldatmakta bulur. Bu özellikleriyle nam yapmasalar da bir Fransız’a göre oldukça güzel olan Emma, Tanrı’nın bu hediyesini (ya da sınavını) erkeklerin başını döndürmek için kullanmaya başlar. Sonra da kendini Rodolphe’nin yatağına atar. Amacı Emma’nın güzelliği cinsel açlığına meze yapmak olan Rodolphe buna ulaşırken bir yandan da yasak aşkının maddi gücünü tüketerek, onu senetlerle ve borçlarla dolu bir sorunlar yumağının ortasında bırakır. Emma’nın bir dönem yakınlaştığı genç ve romantik Leon ise (birine benzeteceğim ama neyse…), bu güzel kadının aşkıyla çoğunlukla kendini, ara sıra da Emma’yı tüketir.

Emma mı Anna mı

Madam Bovary

167 yıllık bir kitabın sonunu açıklayarak sürprizini ve tadını kaçırma gibi küçük hinlik peşinde olmasam da, Flaubert’in finalde Emma Bovary’i acılar içinde bir salgın hastalık sonucu ölüme mahkum ettiğini söylememek de olmaz. Çağ fark etmeksizin maceralarını okuyanların vardıkları ilk yargı “yaptıkları” nedeniyle yazarı tarafından bizzat cezalandırılan Emma, nasıl olur da bugün dünyanın en önemli klasikleri arasında yer almayı bir şekilde başarır? Üstelik 1873’te yayımlanmış Tolstoy’un başyapıtı Anna Karenina’nın gücüne rağmen bunu yapabilir? Madam Bovary, yaşadıkları dönemin tüm gerçeklerini roman gerçekliğine sığdırabilme akımımın temsilcisi Flaubert’in bu çabasını en iyi hayata geçirdiği yapıtı olmasının yanında, kadınlara ‘İffetsizliğin hazzıyla titreyip dünya ayaklarınızın altından kayıyormuş gibi hissedebilirsiniz, ama sonunuz bu yola hiç girmeseydim dedirtecek acılar içinde ve çok erken gelir’ “dayağını” atmak için yazılmıştı. Anna Karenina ise Tolstoy’un yüksek devlet memuru Aleksey’in güzeller güzeli 20’li yaşlarının sonundaki karısı Anna’nın yakışıklı, çapkın ve vurdumduymaz subay Vronski ile yaşadığı sonu tren altında intiharla biten yasak aşkının hikayesi. 1857’de yayınlanan Madam Bovary’de yemek yerlerken Emma kocasının dişlerini kötü buldu ve ondan tiksindi. Anna ise Emma’nın hikayesinden 17 yıl sonra kocası Aleksey’in saç tıraşının ardından kulaklarını çirkin bularak onunla bağını kopardı. Emma, bütün gün köydeki hastaları tedavi eden doktor kocası Charles’in koltukta uyuyakalmasına ifrit olurken, Anna ise Vronski ile ilişkisini bilmesine karşın onun yanına gitmesine izin vermeyen Aleksey’in vurdumduymazlığına katlanamadı. Emma cinsel hazzı için kocası Charles’ta bir yakışıklılık ışığı aramaya çabalarken, Anna ise eşi Vronski’nin saçlarını düşünmekten Aleksey’in yüzüne bile bakmadı. Emma her fırsatta sancılı seks için yanıp tutuştuğu Rodolphe’ya yedirmek üzere borç senetlerin altına imza atacak kadar cömertleşirken, Anna ise Vronski’den tüm maneviyatını sadece ona vermesini isteyecek kadar cimrileşti. Emma, hastalandığı zaman onu kurtarmaya kendini adayan bir eşi Charles’e sahipti. Anna ise sevgilisi Vronsky’in kendi ağabeyinin eşi Doli ile yatabileceği ihtimali karşısında delirmesini izleyen Aleksey’e yaşıyordu. Emma aşık olmadı; mutluluğun arzu ile boşalma arasındaki yıldızın kaydığı anlar olduğunu düşündü. Anna ise kar gibi beyaz, mermer gibi pürüzsüz, Tanrıçaları kıskandıran güzel vücudunun öpülüp okşanmasını değil bunun hayal edilmesini sevdi. Emma, Fransız güneşi kadar sıcaktı, Anna ise St. Petersburg havası kadar soğuk. Emma sevecendi, Anna asildi. Emma doyardı, Anna doyururdu. Emma yaptıklarının manevi bedelini ödeyecek cesareti bulamadı, Anna ise yaptıklarıyla yaşayamadı. Ama ne Emma ne de Anna aşk ilişkileri dışında gidip de kimsenin hayatını kendi çıkarı için mahvedip, sonra da büyük vurdumduymazlıkla ardına bakmadan çekip gitmedi.

Sonuç olarak

Madam Bovary ile Anna Karenina’yı karakter ve hikaye olarak karşılaştırmak hoş bir edebiyat egzersizi olabilir ama iki karakter için 150 senedir süren ve Anna’nın canına kıydığı için onu haklı çıkaran kıyas, olsa olsa edebiyattan evvel kadınlara haksızlık olur. Ne ki bunca yıldır edebiyat dünyası bu tür bir sorun olduğunu kabul ederek, önüne geçmek için bir şey yapmış da değil. Kadınları yargılamak ve mahkum etmek en kolayı. Emma da Anna da kendi gerçeklikleri içinde haklılar. İkisinin de çıkış noktası anlaşılma eksikleri. İnsan anlaşılmayı her zaman bir sorunu dile getirerek karşısındakinin buna ne derece ilgilendiğiyle ölçmüyor. Anlaşılmak çoğunlukla bir eylem biçimi. Emma Bovary de Anna Karenina da edebiyat tarihinin en büyük eylemcileri bu anlamda…

Emma Bovary ve Anna Karenina olmak roman gerçekliğinde zordur. Hayat gerçekliğinde daha da zor. Ama en zoru Emma ve Anna’nın duyarlılığına sahip olmadan yola çıkmak. Flaubert de Tolstoy da romanlarının bu denli etkileyip, bu denli cesaret vereceğini bilselerdi… Boş verin… Bilselerdi de bir şey değişmezdi. Romanda da olsa, hayatta da gerçek varacağı yere er ya da geç varır.  Ne kötü bir huy işte…

Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (17 Nisan 2019)

Yorum yapın