“Sadece senin yüzün” | Feridun Andaç

Ocak 13, 2015

“Sadece senin yüzün” | Feridun Andaç

feridun andac 10.tifGiden sözdü belki, bakışlara taşınan, bilinçlerde yer eden. Karanlık bir zamanın içinden geçiyorduk. Biriktiren söz, taşıyan bakışın yansılarını anlatan metinlerini bir bir okumaya başlamıştık dergilerde.

1982 yazında ilk mektubu gelip bizi bulmuştu. İzsiz uzsuz bir yerdeydik Doğu’da. Şu sözlerini çizmiş, deftere kaydetmişim:

“Evet, kargaların iliklerini sömürmek için kemikleri takır takır çatılara vurdukları günlerde yaşadıklarımız onur-iliğimize dokunuyor. Peki edebiyatın omurgası nerede? Bir diş hekimi, bir sivri gereçle dişinin sinirine dokunmadıkça bir şey yapmaya olanak var mı? Günümüzdeki edebiyat, yaşadığımız günlerin, hadi daha genel söyleyelim, yaşamın özüne dokunuyor mu? İlle de bir ‘angajman’ı söz konusu etmek istemiyorum. Ama edebiyat, lonca içi kuşdilinden başka bir dili, başka insanlarla konuşmalı değil mi? Yaşam öylesine geniş olanaklar tanıyor ki… Şimdi değilse ne zaman konuşacağız ölümü, özgürlüğü, aşkı, tutkuyu, duvarları, çocukları, acıyı, kabına sığmaz sevinci, ortak düşlerin bulanık gecelerini, geçmişi ve geleceği, oyunları, bahçeyi ve denizi ve daha nice şeyleri, üstelik hiçbirini divan edebiyatının ‘mazmunları’ haline getirmeden ve okurlarla anlaşarak, ne zaman?”

Ve sonraki günlerde, sözünü tuttu yazdı da bizlere.

Duvarlar ötesinde bekleyenleri de vardı, Doğu’nun ıssız bir köşesinde yolunu gözleyenleri de…

Evet, isyancı bir yürekle yazıyordu çoğu kez. Gene de bizi karşılayan sözlerinde hayata, insana, insanın soylu yaşam yolculuğuna dair öyle çok şey vardı ki; dönüp siz de çevrenizde olup bitenlere o gözle bakıp anlamaya/anlatmaya çalışıyordunuz.

Yalnız olmadığınızı hissettiren bu duygu esintisi, dilde, düşüncede ve başka sözlerde zamanınızı karşılayan buluşmanın coşkusuyla adeta kanatlandırıyordu.

yeterkiSöz ettiği bir kitabın, alıntıladığı bir dizenin ardına düştüğümüz olurdu. Vasili Şukşin’in Yaşama Tutkusu’nun yolunu onun yazılarıyla birlikte gözler olmuştum Andırın’da. Zaman bütün işaretlerini kapamıştı bize, bir yerden bir yere kar barikatlarını aşarak varıyorduk. Ama o, Yeter ki Kararmasın, Bahar İsyancıdır diyerek yazıyordu. Bir yeryüzü gezgini kılmıştı bizi. Diller, kültürler, yerler, mekânlar, insanlar, sözler bir bir gelip geçiyordu… Ama her biri de iz bırakarak, yeni duygulara düşüncelere kapı aralayarak.

O buluşma mevsiminin bir ömür sürmesini diliyordum. Kabulümdü. Doğu’nun o ıssız uzsuz yerinde yaşamaya, yokluk yoksulluk içindeki çocuklarla baş başa ders yapmaya razıydım…

Bir gün, “Çevirmen” yazısıyla derse girmiştim. Uzak köylerden, mezralardan toplaşıp gelen ortaokul öğrencileri karşımda cıvıldaşıp duruyorlardı… Yaşadıkları zorlukları, o uzak yollardan nar taneleri gibi tek tek, bazen küme küme dizilip gelmelerini unutmuş gibiydiler…

Okumaya başlamıştım: “Bu özelliğimi ilk kez, çocukken fark ettim. Evimizin avluya bakan ikinci kat odasının penceresi önüne oturmuş, garip bir olayı izliyordum…”

Babasının konuğu olan Yargıç’ın kuş avını izleyen çocuğun gözünden anlatılıyordu her şey. Doğa, kuşlar, ağaçlar, insanlardaki av merakı çocukların çok yabancısı değildi. Gene de bunun yazıda anlatımı onların ilgisini çekmiş, pür dikkat olup bitenleri benim okuyuşumdan dinliyorlardı… Gözlerinde kaygı, ezinç vardı çoğunun. Daha okumamı bitirmeden, Selo’nun, arka sırada oturan Paşa’yı göstererek: “Öğretmenim kuş avcısı bakın orada, torbasında da bir serçe var şimdi,” demesini unutamam.

Yazının bir bölümünü okumuştum. Çünkü onları daha çok ilgilendirecek olandı o olayın anlatımı.

onat_kutlarO günden sonra, Onat Kutlar’ın, ileride kitaba dönüşecek bu metinlerini yer yer derslerimde öğrencilerimle paylaştım.

Nice zaman sonra İstanbul’da buluşup konuştuğumuzda böyle anlatacağım ne çok şeyi biriktirmişti bende Kutlar. Gülen gözleri, tarazlanmış sesiyle; “Feridun, ne çok mektup alıyordum o yazılar yayınlandığında, yazdıklarımdan daha çok, daha yoğun, anlamlı… Dilerim bir gün sen de bunları yazarsın,” deyişi belleğimdedir hâlâ.

Sonra mektuplar yazmıştık, filmler izlemiştik, kitaplardan bir ada kurmuştuk o yoksunluklar içinde.

İshak’ını okumuştum onlara. Bir de fotoğrafını göstermiştim. O, yazıya dönmüştü nice sonra; unutulanın değil, bağlandığının sözünü aralamıştı bu kez…Ardı ardına gelmişti şiirler, denemeler, öyküler, söyleşiler…

Ân’ı yaşamanın ötesinde, zamanın ruhuna dönüktü bakışı. Tanıklık etmek istediği hayatın izdüşümüydü şiiri. Elimden düşürmediğim günleri hatırlarım Peralı Bir Aşk İçin Divan’ını.

Ve bugün dönüp gene onun dizeleri arasında gezinirken mırıldanıyordum şunları:

“Kiraz ve kamıştan kavalımızın

Sesleri

Dağılıyor havada

Bir kuyu ağzından geçiyor gibi

Rüzgârı mor fistanlı zamanın

Bu güzel şarkı da unutulacak

Kıyımlar acılar kanlar içinde

Savrulurken yaşadığımız günler

Bu soruyu mutlaka soracaksın

 

Ne kaldı ne kaldı bizden geriye?”

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (13 Ocak 2015)

Yorum yapın