Sâdık Hidâyet, 17 Şubat 1903’te Tahran’da doğdu. Soylu bir ailenin çocuğuydu. 9 Nisan 1951 günü kaldığı dairedeki havagazını açıp evindeki tüm delikleri tıkayarak intihar etti. Yakın dostlarından İran edebiyatı ve kültürü profesörü Bozorg Alevî onun hakkında şöyle söylüyor:
“Karakterinin, bazı okuyuculara belki önemsiz görünecek birkaç özelliğini yazıyorsam bu sırf, eserinin daha iyi anlaşılmasına bu notların da bir katkısı bulunabileceği kanısında olduğumdandır. Romanında bir kadını koyun gibi boğazlatan bir yazarın, kendi özel hayatında çok hayvansever bir insan olduğunu ve değil bir insandan, bir hayvandan bile kan akıtılmasına bakamadığını bilmek, önemli değil midir? Çocukluğunda bir kere bir bayramda kurban kesilmesini görmüştü, o günden sonra artık hiç et yiyemedi, ölümüne kadar et koymadı ağzına. Bir seferinde, farkında olmadan, kıymalı bir börekten bir parça ısırmış, midesi bulanmış, çıkarmıştı; ben gördüm.” (Sâdık Hidâyet, Kör Baykuş, YKY, S.88, Çev. Behçet Necatigil, 16. Baskı)
“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkla yiyen, kemiren yaralar.” sözleriyle başlıyor kitap. Yapı Kredi Yayınları’ndan Behçet Necatigil çevirisiyle yayımlanan Kör Baykuş (16. Baskı, 95 sayfa), insanın yaşadığı açmazların, cebelleşmelerin, bu cebelleşmelerden dönüşümler yaratmasının romanı. Kitabın kahramanları farklı suretlere bürünseler de aslında hepsi ortak bir ruhu yansıtıyor. Birbirlerine dönüşüyorlar yahut birbirlerinin yansıması halinde Kör Baykuş’ta yer alıyorlar. Zaman zaman afyon içmesiyle karşılaştığımız anlatıcının beynindeki uyuşmayla seyreyledikleri, yaşadıkları… Gölgesini kör bir baykuşa benzetmesi, ona kendini yani kendini kendine gösterme arzusunun içinde tuhaf bir hüzün ve öfke barındırıyor.
“Yazıyorsam, yazmak ihtiyacı beni zorluyor da ondan. Mecburum, düşüncelerimi hayalî bir varlığa, gölgeme bildirmek baskısını çok, pek çok hissediyorum.” (S.39)
Unutmak için kendini şaraba, afyona vuran anlatıcının gördüğü kambur ihtiyar adam ve ona gündüzsefası (kahkahaçiçeği) uzatan genç kız, onun belleğinin bir tür yansımasıdır. Resim yaptığı sırada halk Nevruz için şehir dışına çıkmışken birden amcası gelir. Hayal mi gerçek mi ayırt edemez; amcasını da “ihtiyar ve kambur biri” olarak tanımlar; ikram hazırlamak üzere gittiği oda penceresinden yine aynı görüntüyü görür: Kambur bir ihtiyar! Ona doğru eğilip gündüzsefası uzatan genç kızı şöyle anlatır:
“Güzelliği de olağan değil; afyon içildikten sonraki düşlerden öyle görüntülerden biriydi bence.” (S.19)
İhtiyarınsa anlatıcı için tüyleri diken diken eden gülümsemesinin yarattığı tesir, ona pencereden baktığı zamanla sınırlı kalmıyor. Karısının kendisini aldattığı adamda da kambur bir ihtiyar ve tüyleri diken diken eden gülümseme karşımıza çıkıyor. Bir görüntü kitabın içinde dönüşerek başka suretlerle karşımıza çıksa da hepsi birbirinin yansıması aslında…
Amcasına ikramını vermek üzere yanına döndüğündeyse onun gittiğini aslında orada hiç bulunmadığını anlarız. Daha sonra öğreniriz ki aslında ihtiyar adamı ve ona gündüzsefası uzatan genç kızı gördüğü pencere de yoktur. Hatta duvarda ne pencere vardır ne de bir delik… Bu haller kitap boyunca sürüyor. Sâdık Hidâyet’in intihar biçimi düşünüldüğünde şu sözleri oldukça manidar:
“Kendimi bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum. Unutmam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı, gözlerim kapansaydı da azar azar uykunun ötesine, mutlak hiçliğe gömülebilseydim, varlığımı artık hissedemez olacağım noktaya varsaydım, bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki, hissedilemezin içinde silinir, yok olurlardı. O zaman dileğime kavuşurdum.” (S.37)
“Ölümünden az önce bir hikâye taslağı kaleme almıştı, şuydu konu: Annesi ‘Salgı salamaz ol!’ diye beddua eder yavru örümceğe. Küçük örümcek ağ yapamayınca ölüme kurban gider. –Hidâyet’in hayat hikâyesi miydi bu?” (Sâdık Hidâyet, Kör Baykuş, YKY, S.95, Çev. Behçet Necatigil, 16. Baskı)
Kör Baykuş… Çarpıyor!.. Afallatıyor bu kitap insanı!..
Kitabı okuduktan sonraki, uzun uzadıya koşuyormuşsun da sert bir rüzgâr suratına çarpıyormuş hissini şuraya bırakıyorum.
Mavi Tuğba Ateş – edebiyathaber.net (26 Kasım 2015)