Bugün nasıl ülke siyasetçisine güvenmiyorsam, okuruna da güvenmiyorum. Çünkü bukalemundur günümüz okuru. Okuyamıyor, okumasını bilmiyor. Canan Tan ile Elif Şafak arasına sıkıştırılan on binler yayıncıların velinimeti belki, yazıcılarının da. Yakında, Seda Sayan programlarına taşınan bindirilmiş kıtalara fuarlarda rastlarsanız şaşırmayın.
Gelin görün ki bu “okur” profili, yükselen “mega” yapıları andırır… “Pop yazar”-“mega ev”- “mega yayıncı”…Küreselliğin armağanı bize. Bozdur bozdur harca misali… Marketler, kitapçı vitrinleri kitap kirliliğinden geçilmiyor. Yayıncı diye geçinen bildik birçok kişinin de bunda günahı var.
Yazdığım, yayınladığım kitapları gidip o kirlilik arasında görmek istemem.
Kitabevindeki kızgın görevli!
Doğrusu başka bir ad bulamıyorum, bir kitabevi çalışanına! “Görevli”! Yaban geliyor biliyorum, ama kitabevlerimiz yayıncılarımızda çok farklı değil. Kadıköy’ün en gözde yerini tutan bir kitabevine giriyorum, aradığım kitap Ünsal Oskay’ın yeni yayımlanan Roman ve Etik’i. Taksim, Beşiktaş’tan buraya varana dek uğradığım kitapçılarda yok. Oskay’ın adını söylüyorum, bilgisayara uzanan görevlinin adı yanlış yazdığını görünce uyarıyorum. Bu kez soyadını yanlış yazıyor. Dayanamayıp: “Sizin Ünsal Oskay adını bilmeniz gerekir,” diyorum. Bu kez, söylenerek, kızgınlıkla bilgisayarın bulunduğu yerden ayrılıyor. Üstelemeden kitabevini terk ediyorum.
Oskay’ı yitirdiğimizin beşinci yılında İnkılâp Kitabevi’nin şu altı kitabını bir anda yayımlaması değerbilirlik örneği: Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım, İletişimin ABC’si, Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri, Tek Kişilik Haçlı Seferleri, Roman ve Etik, Çağdaş Fantazya.
Ve siz işi “iyi kitabevi” işletmek olan bir yere giriyorsunuz, muhatabınız “görevli” ne yazarından ne de kitaplarından haberdar.
Okur, yazarın/kitabının izini sürse ne fayda, kitabevlerimiz bu durumda olduktan sonra…
Piyasa yazıcısı/anlatıcısı olmak
Cem Yılmaz, yeni filmi Pek Yakında’da değişimi, yozlaşmayı, toplumun altüst oluş serüvenini anlatıyor aslında. Bunu da, bir kesite dönüp bakarak yapıyor. Yani bir tür “hücre analizi” onunkisi.
Popüler kültürle gelen değersizleştirme ortamına, çözülen insan ilişkilerine dikkat çekiyor. Sonuçlardan hareket etse de, biz bunların nedenlerini sorguluyoruz. Geçiş dönemine tanıklık da diyebiliriz buna.
Kuşkusuz izlenen bir film, okunan bir romanda izleyici/okur önce şuna bakar: Ne anlatıyor? Bu da ister istemez yapıtı kurucunun bakışına kadar götürür bizi.
Örneğin; Cem Yılmaz bu filmi neden yaptı yerine, bu filmde ne anlatmak istiyor sorusu iyi izleyici/okurun en temel sorusu olmalıdır, kanımca!
Onun “şovmen” kimliğine, popüler kültürün ikonu olma durumuna bakarak filmi değerlendiremeyiz.
Sinema yapmak isteyen bir insanın ne söylediğine bakmak daha doğru bir yaklaşımdır.
Bir sanatçının duruşu/bakışı niyetini belirler aslında. Ortaya koyacağı yapıt ister istemez onun bu yanlarının da toplamıdır. Neye nasıl bakıyor, yorumluyor. “Bunu anlatmadaki derdi nedir?” gibisinden sorularla yapıtına yönlendiğimizde hem “niyet”ini anlar, hem de yapıt üzerinden yansıtılanlarla yeni/içsel bir yolculuğa çıkarız.
Kuşkusuz burada etkileme/etkilenme önemlidir. Eğer sanatçı başlangıçta bunu başaramıyorsa; izleyicisi/okuruyla bağ kurması da güçtür.
Özlenen/beklenen okur
Dünyanın neresindeyiz… Zaman zaman düşünürüm bunu. Enlem ve boylamlara, paralel ve meridyenlere bakarak konumlandırma/açıklama gibi bir derdim olmadığından; daha çok Doğu ile Batı arasında bir yerde oluşum(uz)un öyküsünü merak eder dururum. Evet evet bir yanı köken arayışıdır, öte yanı da ben/biz, kimim/kimiz sorgusu.
Sanırım bunun en doğru yanıtını olmasa da ne anlam/lar içerdiğini gene bize edebiyat/sanat veriyor.
O durup konumlandığımız yere bakıyor, oradan zaman zaman kopup gidiyor; ötelerde olup bitenleri anlamaya çalışıyoruz. Evet, bunu bize edebiyat sağlıyor.
Susarak kazanmak, konuşarak kaybetmek…
Sartre dememiş miydi; “yazar ne adına konuştuğunu bilmelidir!”
Evet, yazmak bir bakıma konuşmaktır.
Bugün, “kara liste”lerin yapıldığı bir ortamdan geçiyoruz. İki binli yılların armağanı bu bize.
Susarak taraftarlık yapanlar kazanıyor bu ülkede, yazarak konuşanlar kaybediyor.
Herkes yazar olabilir (mi?)!
Giderek artan yayınevi furyası herkesin yazar olabileceğini gösteriyor!
İyi yazarları köşeye iten, piyasa için yazanları öne çıkaran bir furyadır bu.
İyi mal kötüsünü kovar savı ne yazık ki edebiyat piyasasında tersine işliyor.
Kuşkusuz bu sadece iyi-kötü savaşımı değil. Küresel kapitalizmin dünya ülkelerine biçtiği bir “model”dir bu: Ye, iç tüket; umursama, eğlen… Ve değersizleş, aidiyetini yitir… İstediğin her şeyi biz kargoyla sana göndeririz. Yanıbaşınızda bunu servis eden sağlayıcılarımız var nasılsa.
Romanınız nasıl olsun?
Evet, söz gelip buraya dayandı: Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı. Sıkıntılarla okuyunca anlıyorsunuz piyasaya düşmek nasıl bir şey, piyasa işi yazmak da. Bir rastlantı değil elbette vitrinde Pembe ve Yusuf’la yan yana durması. Yazıcıları eril-dişil bir duyumun sesi oldular nihayetinde. İşte o “yaban”, “bukalemun” okur bunlardan medet umuyorlar bu ülkede.
Kentlileşme, kırdan kopulsa da köylüleşme böyle bir şey demek ki! Dün Baykurtlar, Akballar yazıyorlardı köyü ve kenti. Bir dil kurarak, yeni bir edebiyat inşa ederek üstelik… Günümüzün zavallı yazıcılarıysa toplumdaki derin yarılmanın, yozlaşmanın, çözülmenin, çürümenin, altüst oluşun pek farkında değiller anlaşılan…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (28 Ekim 2014)