Sağı solu belli olmayan kitap | Fatma Yakan

Ekim 23, 2014

Sağı solu belli olmayan kitap | Fatma Yakan

suzan-defter-3353-48111Suzan Defter”, Ayfer Tunç’un 2003 yılında yayımlanmış olan “Taş Kâğıt Makas” adlı öykü kitabının son öyküsü. Yıllar sonra yazar, öykülerin arasından çekip çıkarmış onu, ayrı bir kitap, küçük bir roman olarak sunmuş okuruna. Bütün, parçalardan oluşur ama bazı parçalar vardır ki onları ayırsanız da bütünün içinden, hiçbir şey kaybetmez varlığından. İşte “Suzan Defter”, “Taş Kâğıt Makas”tan ayrılmış yeni bir bütün.

Kitap, iç içe geçmiş iki günlükten oluşuyor. Bir erkek ve bir kadın tarafından yazılmış iki günlük. 16 Kasım Cuma başlayıp 10 Aralık Pazartesi biten… Toplam 25 güne sığmış iki yaşam. İki ayrı yaşamın içine dahil olmuş diğer yaşamlar. Anneler, babalar, sevgililer, eşler, çocuklar, kardeşler…

Kitabı okurken yazarının çok özel biri olduğu hissi daha ilk sayfada içime doldu. İçimizden biri, bizi bizden iyi tanıyor ama onun kendini, yaşamı ve bir anlamda bizleri anlatış yöntemi alışılmış edebi kalıpların öyle dışında ki. Ustaca bir kurguyla ve her an okuyucusunu şaşırtmayı başararak, iki yaşamın içinden yola çıkıp diğer yaşam öykülerini anlatırken, arka planda da 12 Eylül Dönemi Türkiye’sindeki ilişkiler, aile yapıları, para kazanma yolları da dahil olmak üzere pek çok konuya değip dokunuyor. Kitap bittiğinde, “127 sayfada mı anlatıldı şimdi tüm bunlar… Bu küçücük kitap nasıl bir seyre çıkardı beni…” duygusuyla kalakalıyorsunuz.

Kitabı okumaya başladığı ilk anda, bir baskı hatasıyla karşılaşmış gibi hissediyor okuyucu kendini. Çünkü sayfalar birbirini takip etmiyor. Soldaki sayfanın devamını, beklediğiniz yerde, sağda bulamıyorsunuz. Kitabı daha önceden okumuş olan bir dostum beni uyarmış olmasa, belki de yazarın bu küçük oyununu çözmek epeyce zamanımı alacak ve tekrar okumalara sebep olacaktı. Çok zamanımı almadı belki ama bu küçük sürpriz hoşuma gitti doğrusu. Kitap ilerledikçe yazarın dizgide kullandığı bu ayrık yöntemin, okuyucuyu şaşırtmaktan öte anlamları da olduğunu fark ettim. Yaşamların iç içe geçmişliği ancak böyle bir yöntemle bu kadar gerçekçi anlatılabilirdi. Ve bu yöntem sayesinde okuyucu erkeğin yaşanmışlıkları ve duygularından kadının yaşanmışlıkları ve duygularına sürekli bir geçiş yaşayabilirdi.

Kitap sağlı sollu iki ayrı günlük olarak ilerlerken sol sayfalar erkeğe, sağ sayfalar kadına ait. Sol beyinin eril, sağ beyinin dişil olması gibi. Kitabı nasıl okumak isterseniz öyle okuyorsunuz. Dilerseniz önce erkeğin sayfalarını okuyup bitirdikten sonra kadının sayfalarına geçebileceğiniz gibi önceliği kadına verip ardından erkeği de okuyabilirsiniz. Ben ikisine de eş mesafede durmak istediğimden her günü peşpeşe okumayı yeğledim. Yazarın denediği bu yöntem başlangıçta sizi kitaba yabancılaştırıyor gibi görünse de sonra bir bakıyorsunuz kitapla iç içe geçmişsiniz. Kitap bir burgu gibi sürekli dönerek ruhunuzda ilerliyor. Kendisi katman katman açılırken sizi de katman katman açıyor. Kadın ve erkeğin yolları kitabın ortasında buluştuğunda siz de kendi içsel yolculuğunuzu yarılamış oluyorsunuz.

Kitapta; yaşama, ayrılığa, aşka ve çocukluğa dair öyle yoğun sorgulamalar var ki okurken içsel hesaplaşma yapmadan geçebilmeniz pek mümkün değil.

“Yaşamın kıyısında kalanlardan mıyım, dibine vuranlardan mı?”

“Yıllar boyu için için yanmak mı, boş odalarla dolu evde boşluk büyütmek midir yaşam benim için?”

“İp üstünde yürümek midir yaşam?” soruları yanıtını bulmak için dolanıyor etrafınızda.

Ardından ayrılık üzerine sorgulamalar geliyor. Günümüzde her ilişkinin tüketmeye yönelik olduğu düşünüldüğünde sadece aşk değil tüm ilişkiler yönünden ayrılık ve ayrılıklardaki yerinizi sorgulamaya geliyor sıra.

“Ayrılıklarda, palamarı çözülmemiş gemiyi iskeleden ayıran kaptan mısınız yoksa umutsuzca ipi çözmeye çalışırken, kopan halatla yüzü parçalanan çımacı mı?”

“Çürüyen iki parçanın yavaşça birbirinden ayrılması mı ayrılık sizce?”

“Ayrılmak bir solucanın ikiye bölünmesi gibi bir şeydir diyenlerden misiniz yoksa? Gerçekten, bölündükten sonra birbirini tanımaz iki parça mı olur bölünenler.”

“Yoksa ayrılık, gidenin, kalanın kucağında bir kucak kor bırakması mıdır?

??????????Kitapta aşka da yer var, yaşamdaki her şeye olduğu gibi. Büyük aşklar, küçük adamlar, aşkı kaldıramayıp altında ezilenler. Boğulmaktan korkarak sığ suları seçenler, yüzdüklerini sanarken kendi sığlıklarında boğulanlar… Unut beni deyince unutulacağını düşünenler, unutacağım diye yineledikçe unutmanın kolay olacağına inananlar önünüzden geçip giderken “Aşk aslında kısa bir şeydir de bir araya gelip yaşanamayınca mı zamana yayılır? O yüzden mi uzun sürer kavuşamayanların aşkları?.” sorusuyla baş başa bırakıyor yazar sizi.Tüm bu sorgulamalar kendi aşk tanımınızı yapmaya zorluyor bir anlamda sizi.

İnsan yaşamında çocukluğun yerinin ne kadar önemli olduğu, çocukluktaki boşlukların bir türlü kapanmayan bir yara gibi kanayışı, kâh küçük yaşta annesini kaybeden bir kız çocuğunun kâh yaşarken taş kesmiş bir anneye sahip bir erkeğin ağzından dile geldikçe sihirli bir dokunuşla her şeyi düzeltmek geliyor içinizden. Kedere boğulan bu iki yalnız yüreğe yaklaşmak ve “Tutunun, her şeye rağmen hayata” diyebilmek istiyorsunuz.

Kitap insan ruhunun derin kıvrımlarına öyle ustaca ulaşıyor ki sonunda yazar okuyucusunu çok yorduğunu düşünerek koruma altına almak istiyor adeta. Ve en korunaklı olduğu yeri, ana rahmini hatırlatıyor okuyucuya. Ana rahmine benzeyen evlerimiz sığınağımız oluyor. Evin bambaşka bir yeri var kitapta ve aslında yaşamımızda. Her iki günlükte de çocukluktan itibaren yaşanan evler bıraktıkları derin izlerle kitabın başköşesinde yer bulmuşlar kendilerine.

Dışarıdan içeriye birisinin gelmesini isteyenle, içeriden dışarı çıkmak isteyenin yollarının kesişmesidir Suzan Defter’de anlatılan. İster bir uzun öykü deyin buna, isterseniz kısa bir roman. Kesişen iki yaşamın ortasında salınıp duran Suzan ise, ismiyle müsemma… Kendi yanıyor pervane misali ve değdiği dokunduğu her yeri de yakıyor beraberinde.

“Yandın, kül oldun!” diyenlere, “Ama vardım, kül bunun kanıtı” diyebilenlerdenseniz hemen okuyun kitabı.

Samanı küle tercih edenlerdenseniz okumasanız da olur.

“Mezar taşları zaten yaşadığımızın kanıtları değil mi?” diye soranlardansanız bu yazının sonuna dahi gelmemişsinizdir.

“Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar.

“Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar”  diye sorar Edip Cansever, “Mendilimde Kan Sesleri” adlı şiirinde. Ben de soruyorum şimdi size “Söylesenize bir defter nasıl yanar? Nasıl yakar?”

Fatma Yakan – edebiyathaber.net (23 Ekim 2014)

Yorum yapın