Postmodernizm pek çok sanatçıya olduğu gibi edebiyat alanında da pek çok yazara büyük bir özgürlük alanı sağladı. Ne söylediğin kadar bunu nasıl söylediğinin önemi daha da belirginleşti. Malzemesi sözcükler olan yaratıcılık başka bir boyuta evrildi.
Murakami bu alanda elbette önemli bir isim, önemli bir yazar. Dünya çapındaki ünü, ödülleri ve kitap satış rakamları ile bunu fazlası ile kanıtlamış durumda. Bu sıfatı hak etmediğini söylemek gereksiz bir kibir olur. Diğer yandan yazarlığı ve kitapları çok iyi olsa da, çok satanlar listelerinin ilk sıralarında yer alsa da bir yazar herkesin yazarı olmayabilir.
Murakami’nin üç kitabını okudum; Koşmasaydım Yazamazdım, İmkansızın Şarkısı ve Sahilde Kafka. Koşmasaydım Yazamazdım otobiyografik özelliği ve yazarın içtenlikle kendini yazışı ile bana en yakın gelen kitap oldu. İmkansızın Şarkısı tam anlamı ile iyi bir “best seller”. Sahilde Kafka, İmkansızın Şarkısı ile karşılaştırıldığında bence birkaç adım daha önde ama Sahilde Kafka’nın da “best seller” olabilmesi için ciddi bir çalışmanın ürünü olduğu kitabın her sayfasında kendini hissettiriyor.
Ortalama bir edebiyat okuru olarak Sahilde Kafka’nın edebi yönden bir eksiğinin olduğunu söylemem mümkün değil. Okuduğum en iyi postmodern roman örneklerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Kurgusu, olay örgüsü, güçlü karakterleri ile çarpıcı, şaşırtıcı, okuru alıp götüren bir roman. 15 yaşında bir çocuğun, Kafka Tamura’nın, evini terk etmesi ile başlayan oldukça sıra dışı bir macera anlatılıyor. Kafka Tamura’nın 650 sayfaya yayılan birkaç haftalık serüveninde, iyi bir edebiyat eserinde olması beklenen insanlık durumları, yaşama dair incelikler, acı ve umut gibi yaşamın içinde birbirinin parçası olarak var olabilen karşıtlıklar, tadı ve kıvamı yerinde bir anlatımla sunuluyor. Ancak ben birkaç konuya takıldım.
Kitabın bir yerinde Murakami, Çehov’dan bir alıntıya yer veriyor: “Eğer öyküde bir tabanca geçiyorsa, sonunda mutlaka patlaması gerekir.” Oysa Murakami Sahilde Kafka’da bu kurala pek uymuyor. Roman, sonunda patlamayacak olan o kadar çok tabanca ile dolu ki. Murakami ilgi alanlarını, sevdiği müzikleri, filmleri, kitapları romana serpiştirmiş. Kitapta ayrıca, kahramanların başından geçen, ancak ana kurgu ile gerçekten bağlantısı var mı yok mu, pek de belirgin olmayan, bir sürü hikayeye yer verilmiş. Bu hikayelerin büyük bölümü kitapta yer almasa kitap eksik kalır mıydı? Bence pek eksiklik hissedilmezdi.
Beni asıl şaşırtan ve bir parça da rahatsız eden ise romanda hiç gereği yokken birçok markaya özellikle yer verilmiş olması. Kahraman yataktan kalkıyor ve Nike marka ayakkabısını giyiyor. Evden ayrılırken yanına Rolex marka saatini de alıyor. Kahramanın üzerine giydiği gömleğin kurguda bir yeri yok ama gömlek markasının kitapta geçmesi için şu marka gömleğini giyiyor, şu marka şapkayı ya da şu marka güneş gözlüklerini takıyor. Aynı durum İmkansızın Şarkısı’nda da vardı. Acaba dedim, Murakami dünyaca ünlü kitapları çok satan bir yazar olarak kitaplarında geçen markalardan reklam ücreti mi alıyor? Bu konuda hiçbir bilgim ve fikrim yok. Ama eğer öyle ise okurlarına saygı açısından hiç hoş bir durum değil bu. Sorun reklam almasında değil, kitabın ön ya da arka kapağına reklam alabilir mesela, ama markaları romanın kurgusunda kullanmasını pek etik bulamam doğrusu.
Kitabın cinsellikle ilgili bölümlerini, özellikle de ensest hikayelerini kitabın çok satması için romana entegre edilmiş bölümler olarak algıladım ve bu nedenle oldukça başarısız bulduğumu da belirtmeliyim.
Bu eleştirilerim kitabın iyi bir edebiyat eseri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İyi, sürükleyici ve edebi kalitesi ile tadı damağınızda kalacak bir roman mı okumak istiyorsunuz, buyrun Sahilde Kafka. Ama Murakami şimdilik benim yazarım değil. Bundan sonra ne yazsa zaten “best seller” olacak, bu avantajını kullanıp sadece “roman” yazdığında düşüncelerim değişebilir belki.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (12 Ağustos 2016)