Yekta Kopan kitaplarının önce adı kışkırtır ve çarpar beni. Kasım ayında, tam da sararmış güz yapraklarının hüznü ruhlarımızı usulca örtüp uzun bir kış uykusuna hazırlandığımız sırada, yüreklerimize merak tohumlarını eken “Sakın Oraya Gitme” adlı öykü kitabı rafların arasından göz kırptı. Can Yayınları’ndan çıkan öykü kitabına uzanıp ta, kapağındaki puslu ormana doğru bakan geyiği görür görmez, içten içe hissettim bunun benliklerimizin kuytu sandıklarına kilitleyip sakladığımız korku, sindirilme, pişmanlık ve keşkelerle bir yüzleşme olacağını.
Yekta Kopan, o cesur ilk adımı atıp korkularımızdan ve esaretten kurtulup özgürleşmenin de, hiçbir şey olmamış gibi kafalarımızı kuma gömüp hayatlarımıza öylece devam etmenin de kendi elimizde olduğunu hatırlatıyor bizlere bu kitabında. “Sakın ha!” diyenlere inat, tünelin ucundaki ışığı görmeyi okuyucunun aklına, vicdanına ve sağduyusuna bırakıyor. Bir nevi özgürlük, cesaret ve yüzleşme çağrısı bu öyküler.
“Sakın Oraya Gitme” birbirinden kışkırtıcı, insanın bildiğini zannettiklerini bile yeniden sorgulatan on iki öyküden oluşuyor. Kitap adını öykü kitaplarında sıkça rastladığımız gibi içindeki öykülerin birinden değil de, tüm öykülerin kulağımıza “Cesur Geyikler”deki o pis ve sinsi rüzgâr gibi sürekli fısıldadığı korku, cesaret, pişmanlık ve yüzleşmelerden alıyor sanki. Yekta Kopan, beynin en karanlık ve tehlikeli köşelerine sinsice yerleşmiş habis uru titizlikle çıkartan bir beyin cerrahının usta neşteri gibi dikkatle kullanıyor kelimelerini ve cümlelerini. Tüm dünya karşımıza dikilip ağız birliği etmişçesine “Sakın ha!” dedikçe, okuyucu kendini tıpkı yaramaz ve meraklı bir çocuk gibi belleğin karanlık ormanlarına dalmaya daha da hevesli buluyor. Çevremizden sıkça duyduğumuz bu tembihe inat, en olmadık duygularımızla yüzleşme cesaretini salıveriyor içimize. Yeri geliyor “Samodey” anne-oğul-ebeveyn ilişkisinin çetrefilliğini ve hafızalarımızın ihanetini, yeri geliyor “Katil, Uşak!” çevremizi kuşatan yasakçı zihniyetler, su katılmamış iktidar hırsları ve yaltakçılarıyla yüzleşme cesaretini hatırlatıyor bizlere.
“Bisiklet” öyküsünde Osman’ın ölümüyle derinden sarsılıyor, içten içe hepimiz Osman’ın yazdığı o geç kalmış öyküyü merak ediyoruz. Nicedir ihmal ettiğimiz, ötelediğimiz, arayıp sormadığımız dostlar, sevdiklerimiz düşüyor akıllarımıza. İnceden inceye bir pişmanlıkla elimiz telefona uzanıyor belki. “Haydi!” diyor içimizden bir ses, hala vakit varken, çok geç olmadan yokla sevdiklerini. “Ev Hali” adlı öyküde yasakçı ve sansürcü zihniyetle kuşatılmış hayatlarımız tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önünde canlanıyor. Ne kadar güçlü, zengin, kudretli olsak ta hepimizin “Bırakma Beni” öyküsündeki gibi ellerine, kollarına sarılacağımız Tellak Hasan’lara gizliden gizliye duyduğumuz o derin ihtiyaç su yüzüne çıkıveriyor birdenbire. Dostlukları, dost bildiklerimizi yeniden tartıyoruz kafamızda “Factotum” adlı öyküde:
O geceden sonra iyi dost olduk. Öyledir zaten. Uzun konuşmalar, yalanlar, yağlamalar, yıkamalar zarar verir başlangıçlara. Biriyle dost olacaksan bir bakman yeter.
Göt cebimden cildi parçalanmış defterimi çıkardım, günü saati yazdım, iki kelimelik bir not düştüm hayatıma, hedefimizin adını belirledim: “Özgürlüğe gidiyoruz!” (Sayfa 103.)
Çoğumuz korkularımızı, pişmanlıklarımızı, vicdanımızı bilincimizin kuytu köşelerine iteleyip ürkek bir telaşla hiçbir şey olmamış, her şey sanki pek yolundaymış gibi unutarak yaşamaya devam ediyoruz şu günlerde. Hatıralar kimi zaman isteyerek, kimi zaman istemeyerek zihnimizden usulca silinip benliğimizi terk ediyor.
Doğrusu bazı öyküleri defalarca, bazı cümleleri ise dönüp tekrar tekrar okuduğumu itiraf etmeliyim sizlere. Çünkü öyküler öyle gerçek, karakterlerin hepsi öyle tanıdık ki, sanki hepsi içimizden biri.
Bu yazıyı bitmek bilmeyen felaketlerin sanki kadermiş gibi iyice üzerimize çöreklendiği, hafızaların ihanetine uğrayıp kolayca unutulduğu karanlık günlerde kaleme alıyorum. “Zamansız aldıkları canlar kadar zamansız bir soru.” cümlesi beni adeta silkeleyip kendime getiriyor (Sayfa 35.) Kitabı bitirip kapağını kapattığımda, içimdeki o ne zamandır bir türlü adını koyamadığım tuhaf sıkıntı hissinin birdenbire adını koyup, tamam, işte bu! diyorum kendi kendime. Yalnız değilsin bak! Belki hala bir fırsat vardır Sakın Oraya Gitme! diyenlerin aklına uyup ta yapmadıklarım, yapamadıklarım, vaktiyle cesaret edip söylemediklerim için.
Kitaptaki öyküler üzerimize iyice sinmiş miskinliği, ölü toprağını cesaretle silkeleyip, vicdanımızla yüzleşerek korkusuzca yaşama seçeneğimizin de olduğunu, aslında hepimizin Vişne Ormanı’nın o cesur geyikleri olabileceğimizi hatırlatıyor bizlere. Samodey gibi uykularımızı kaçıracak kelimelerimizin, hafızaların ihanetine karşı geçmişe tutunacak bir dalımızın ve sığınacak öykülerimizin olması gerektiğini hatırlatıyor.
Sibel Gögen – edebiyathaber.net (14 Aralık 2016)