“Normal şartlarda Marisa, evcimen hayatın bu şekilde yozlaşmış bir ambalajla kendisine sunulması karşısında kızar, ev ve çocukların kadınların alanı sayılırken her ikisini de ayakta tutmak için para kazanmanın erkeğin alanı olmasının örtülü imasını sorgulardı. Ama şuanda bu durum gizliden gizliye hoşuna gidiyordu.”
Yaşamımız ya bizim düşündüğümüz, algıladığımız gibi değilse aslında. Gerçekte olanla, olmasını istediğimiz ve dahası inandığımız her şey başkaysa. Hiç düşündüğümüz gibi sahip olduklarımıza aslında sahip değilsek. Dahası yaşadığımız başkasının hayatıysa. Tüm bunların ihtimali bile korkutucu geliyor.
Gerçekler, hikayeyi anlatana göre değişebilir. Anlatıcı değiştikçe gerçekler de dönüşür. Olayların seyri ve onları algılama biçimimiz, tepkilerimiz ve baktığımız yer de değişir. Saksağan romanı tam da böyle bir yerden gerçeklikle oynuyor. Hikayeyi anlatıcısına göre değiştirerek yapıyor bunu yazar. Genellikle romanın baş kişisiyle özdeşleşme eğiliminde olan okur hikayenin orta yerinde baş kişi değiştiğinde afallıyor. Şaşırıp bu defa diğer anlatıcının yönlendirmesiyle romanı okumaya devam ediyor. Sinemada bu kesinliği hissetmek daha kolay olabilir. Romanda ise daha zor. Elizabeth Day’in covid pandemisi sırasında kaleme aldığı romanı Saksağan tam böyle bir sinemasal keskinliğe sahip bir roman. Belki yazıldığı günlerin o kapanma halinde hepimizin sorguladığı “gerçeklik” kavramından yola çıkıyor yazar. Tüm dünyanın gidişini bir süreliğine tersine çeviren, durduran pandemi belli ki kitaba da ilham olmuş bir noktada. Kitapta da hikaye orta yerinde duruyor ve yazar bambaşka bir pencereden aynı hikayeye bambaşka bir açıdan bakıyor, yeniden kuruyor. Bunu üstelik bir kez değil birkaç kez tekrarlıyor. Okurken dalma şansı yok okurun, dikkatle takip etmek zorunda kalıyor. Bu farklı biçim ve kurgu denemesi okur açısından çok heyecanlı bir deneyim sunuyor.
Saksağan yazarın Türkçe’de yayımlanan ikinci kitabı. Elizabeth Day sürükleyici bir yazar. Küçücük detayı dahi atlamadan, okurun gözüne sokmadan inceden işliyor. Kadınların annelikle kurdukları bağı, eşlerine, birbirlerine ve aile kavramına bir kez daha bakmalarına neden oluyor.
Hikaye şöyle başlar: Marisa orta yaşa gelmek üzere olan bir kadındır, aşıktır ve mutlu bir birlikteliği, çekirdek aile olma yolunda ilerleyen şanslı bir hayatı vardır. Sıradanlığın lüks olduğu zamanlardan bakıldığında aslında çok mutlu bir hayatı, çok mutlu bir “yuvası” vardır. Ama böyle başlayan her hikayede olduğu gibi o yuvaya bir “yabancı” girer, girmesiyle birlikte mutluluk hızla uzaklaşır, cehenneme dönüşen bir yaşama açılır. Bu yabancı bir kadındır. Genç bir kadın ve yavaş yavaş kocasını, sonra yaşamını eline geçiren bir kadına dönüşür. Sonra bir anda hikaye durur. Gerçekten öyle midir? Marisa değil de Kate tarafından anlatılır bu defa hikaye. Yani diğer kadın tarafından. Aynı hikayedeki yabancı bu defa Marisa’ya dönüşür. Okur bir anda afallar özdeşleştiği kadın Marisa gözünde bir canavara dönüşür. Oysa mesafeli bir yerde durduğumuzda ne Marisa ile ne de Kate ile özdeşlemeden hikayelere bakmak mümkün olabilir. Saksağan pek çok kavramı da sorgulatıyor bir taraftan. Kadınların anneliğe bakışları, algılama biçimleri, kocalarıyla kurdukları ilişkiyi, kadınların birbiriyle kurdukları iletişimi, yaşamlarına giren öteki kadını. Tüm bu kavramları alt üst eden bir okuma.
Yazar, heyecanı hep yüksek tutuyor sonuna kadar. Hamilelik romanda bir metafor olarak gerçeği temsil ediyor gibi. Romanın satır aralarında aile olmak, çocuk sahibi olmak, doğurmak, hormonlar tüm bunlar “gerçek nedir?” sorusunun yanıtlarını saklıyor ve soluk soluğa bir okuma sunuyor.
edebiyathaber.net (24 Mart 2023)