Sanat neyi değiştirebilir ki! | Raşel Rakella Asal

Mart 26, 2019

Sanat neyi değiştirebilir ki! | Raşel Rakella Asal

Mit, insanın dünyayı algılama, anlama ve ilişki kurma yollarından birinin ifadesidir. Sanatın yolu duygulardan, duyulardan, gövdeden kendini koparıp saf anlamda boşluğa yüzmekten geçer.  Sanatın yolu akıldışı, ahlakdışı bir anlamsızlığa dalmaktan geçer. Sanatın yolu, bu ikisi arasındaki ince, zor, hayati bağlantıları açık tutmak, ilişkilendirmektir.  Tüm sanatçılar gibi Hermann Broch gibi sanatçılar da gerçek ile mit arasında bir bağlantı, bir köprü kurmaya, bundan yararlanmaya çalışırlar.  Çalışırlar ki okurları olarak bizler de aynı yolculuğu yapabilelim.  Kullandıkları tek araç sanatlarıdır.   Bu sanat serüvenlerinde kişisel olandan geçip, kendi benliklerine döner, kolektif olana ulaşmak isterler.  Aklı kullanarak, bilerek ve isteyerek mit dünyasının alanına girerler. Bilirler ki benliklerinin içine ne kadar girerlerse, okura o kadar yakınlaşacaklardır. Sanatın yolculuğudur bu.  Kendi içine en derinlemesine dalan sanatçı – ve çok acılı bir yolcuktur bu- biz okurlara en yakından dokunan, en açık seçik sesini duyuran sanatçıdır.   

Hermann Broch “Vergilius’un Ölümü”nde mitten yararlanarak sanat üzerine bir sorgulamaya girişir.  “Vergilius’un Ölümü”  batı edebiyatında ve roman düzleminde sanata yöneltilmiş en temel ve aynı zamanda en acımasız sorgulamalardan biri olarak kabul edilir. 1950 yılında bu eseriyle Nobel Edebiyat Ödülünü kazanır. 20. yüzyılın şaheserlerinden biri olarak kabul edilen bu eser, Ahmet Cemal’in yaklaşık 40 yıllık bir çalışmasıyla Türkçe’ye kazandırıldı. Usta yazar Stefan Zweig’ın  “Günümüze kadar Almanca olsun ya da diğer dillerde yazılmış olsun, en önemli eserlerden biridir” şeklinde tanımladığı bu yapıt aynı zamanda bugüne kadar yapılmış “en zorlu çevirilerden biri”. “Çevrilemez” denilen bir eser.

Ahmet Cemal de tıpkı Hermann Boch gibi soru işaretlerle dolu, tahmin edilebilecek ve edilemeyecek serüvenlerle örülü bir çeviri yolculuğunda  Vergilius gibi kendine şu soruları yöneltir:  “Ben çevirmen miyim?  Bu çevrilemez denen eseri çevirmeye cüret ettiğime göre, evet, cüret ediyorum, haddimi aşıyor muyum?” gibi sorularla kendisiye hesaplaşma içine girer.  Kırk yıl boyunca bitmeyen bir hesaplaşmadır bu.  “Vergilius’un Ölümü” için “Günün birinde, ancak bu kitabı çevirmeyi başardığım takdirde, kendime ‘çevirmen’ diyecektim” diyen Ahmet Cemal’in, romana duyduğu aşırı sevgi ve bağlılık satırların dokusunu da biçimlendiriyor.  Ahmet Cemal kırk yıl boyu süren bu çeviri uğraşını bir tür aşkın, çok büyük bir tutkunun hikâyesi olarak görür.  Hatta daha da ileri gider ve bu tutkunun öylesine bir tutkudur ki, bu çeviriyi yalnızca kendisi için yaptığını çeviriyi bitirdikten sonra anladığını söyler. Ve şöyle sürdürür: (…) Çünkü “Vergilius’un Ölümü”, benim hayatımın neredeyse en özel, en mahrem alanıydı, dolayısıyla onu kimselerle paylaşamazdım.  “Vergilius’un Ölümü” yalnızca ve yalnızca bana aitti, onu hep kendim için çevirdim, kendim için yaşadım, o, hep bana ait oldu ve bu durum bugüne kadar hiç değişmedi.

Thomas Mann; “Vergillius’un Ölümü” hakkında “Bugüne kadar romanın esnek ortamı bağlamında gerçekleştirilmiş en sıra dışı ve en temel deneylerden biridir” yorumunu yapar.

Hermann Broch l935’te yazmaya başladığı “Vergilius’un Ölümü”nü on yıl sonra edebiyat dünyasına armağan eder. Yazar romanını şöyle özetler:

Kitap, ağır hasta olan Vergilius’un Brundisium Limanı’na varışından ertesi günü öğlenden sonra Augustus’un sarayındaki ölümüne kadar geçen 18 saati anlatır. Romanın tamamı, şair Vergilius’un iç monologundan oluşur. Bu nedenle kitap, her şeyden önce şairin kendi hayatıyla, bu hayatın ahlak açısından doğruluğuyla ve yanlışlığıyla, bu hayatın adanmış olduğu şiir sanatının yerindeliğiyle ve boşuna lığıyla giriştiği bir hesaplaşmayı dile getirir.”

Kimdir Vergilius?

Vergilius, Dante’nin, İlahi Komedya’sında, cehennemde kendisine rehber olarak seçtiği büyük şairdir. Şairlerin şairi, şairlerin ilham kaynağıdır. Bazıları onu o kadar yüceltmişlerdir ki, Homeros’tan üstün tutmuşlardır. Roma İmparatorluğu’nun, Augustus dönemininde yaşamış (İ.Ö. 70-19) İmparatorluğun destanını Aeneis’i yazmış. Troya’nın düşüşünden sonra İtalya’ya dönen Aeneis’in yolculuğunu anlattığı bu destan Roma tarihinin destanı ve Vergilius’un başyapıtıdır. Vergilius Maro, eserinde, Homeros’un İlyada ve Odysseia’inden ilham alarak Yunanlıların işgali sonrasında Truva’yı terk eden Ankhises’le Afrodit’in oğulları Aeneas’ın yaşamını ve İtalya kıyılarına ulaşarak Roma’yı kuruşunun hikâyesini anlatır.

“Vergilius’un Ölümü”nde Hermann Broch Vergilius’u,  İmparator Augustus’un yeni yaşını kutlama törenlerine katılmak için Roma’ya doğru yola çıkartır. Roma’nın kuruluşunu ve kurucusunu kutsayan başyapıtı Aeneis destanı da yanındadır. Şair Vergilius Aeneis destanını henüz bitirmemiştir.  Vergilius, Augustus’un doğum günü kutlamalarının yapılacağı Brundisium’a geldiğinde neredeyse yarı ölü vaziyettedir.  Vergilius hayatının son saatlerinde Roma’da iktidar sahipleri ve halkın bir kesimi tarafından daha kendisi hayatta iken yüceltilmiş bir şairdir.  Şair olarak şiirler yazmıştır ama bu şiirleri acılarla, kargaşayla ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada neyi değiştirmiştir ki!  Vergilius roman boyunca kendiyle ve sanatıyla bir iç hesaplaşmaya girişir.  Kendisinden yola çıkarak genel anlamda sanata yönelir, “sanat, neyi değiştirebilir?” sorusuna odaklaşır. 

Hermann Broch

Henüz daha geminin güvertesinde uzanmış yatarken, bir yandan güvertede deliler gibi yiyip içen doymak bilmez açgözlü saraylıları, bir yandan güvertenin hemen altında küreklerin başında forsaya çakılmış kölelerin iniltilerine, sırtlarına inen kırbaç seslerine kulak veren Vergilius kendine şu soruyu yöneltir:  “Ben, sanatımla hep yüceltildim, övgülere boğuldum.  Yaratmanın o büyük serüven duygusu içinde… Her sanat eserinin hazla yoğrulmuş coşkusunun içinde… daha çok hayata duyulan içten bir sevgiden kaynaklanan sanatı sevme gücüyle şiirler yazdım.  Ama şiirlerimle bu dünya düzenine bir değişiklik yapamadım.”

Nedir şiir?

İnsana ve okyanuslara ait ne varsa, dünyanın uçsuz bucaksız dev bir imgesiydi şiiri.  Onu kendi içinin derinliklerinde, ruhunun derinliklerinde, soluğunun ve soluksuzluğunun derinliklerine duyumsamıştı. Bir kanına girme gibiydi bu, tatlı bir baştan çıkartmayla doluydu, alabildiğine yalınlıktı ve alabildiğine rüyaydı, rüyadan gelen bir çağrıydı. Yeni bir bilgiye erişmeye yönelik davetti. Bir parıltı, bir saydamlıktı. Bir şimşekti, ah, evet, tarifi imkânsız yumuşaklıkta bir karmaşaydı. Dünyanın bütünlüğünün, dünyanın düzeninin, dünyanın bütün bilgilerinin kendi içerisinde yeniden tınılar yayan yankısıydı şiiri.  Ah, evet, şiiri, yalnızca sezmekti, neredeyse yalnızca bir sezgiydi, ruhunun köklerinden yukarıya doğru yükselen bir sezgiydi. Dünyeviydi.  Dünyanın çeşitliliğine ve bütünlüğüne dairdi; “ ben” tutkusuyla sırılsıklamdı, ün tutkusuyla sırılsıklamdı Ah, evet, bu uçsuz bucaksız bir tutkuydu, ah, evet, yanıp tutuşan bir arzuydu; ah, evet, bu, duyumsamaktı, derinliğine sezmekti, bilgisine ulaşmaktı ve bundan da öte, bir aydınlanıştı.  Şiir, Vergilius için bir aydınlanmaya, dahası bir kendini bilmeye dönüşmüştü, bir kavrayış tufanıydı ve sonsuza kadar sanatının derinliklerindeydi.

Ah! Gerçekten de, hâlâ var mıydı sanat?

Sanatı insanlığı kurtarmadığına göre o aciz olandı, o insanlığı kurtarmayı başaramayandı.

Bitirmek mi?  Bitirmiş miydi? 

Hakikaten bitirmiş olduğu hiçbir şey yoktu. Vergilius o güne kadar ne yazmış ve daha da ne yazacak olursa olsun, hepsi bitmeden kalmaya yargılıydı! O ancak Aeneis’i yazabilmişti, yetenekleri ancak ona yetebilmişti.  Hiç kimseye hizmet etmemişti. Ve bir solukta, bir iç çekişle, bir çığlıkla emir verdi:  “Aenis’i yakın!”

Çünkü Vergilius artık Vergilius olmak istemiyor; kalbinin en derindeki gölgesizliğinde ve en derin yalnızlığında kaybolmak istiyor.  Ve bu kayboluşta ancak şiiri ona rehberlik edebilirdi. Ve yine şiirine sığınacaktı.

Vergilius, dostlarının pek yücelttiği Aeneis’i reddetmekte ve yakılmasını, ortadan kaldırılmasını istemekte haklı mıdır?  Dostları, en başta da Augustus onu bu kararından vazgeçirmeye çalışırlar. Augustus’a göre artık Aeneis, Vergilius’tan çıkmış ve Roma’nın olmuştur.

Yalnızca dünyayı ihtişama boğup yücelttiğinde ona kulak vermişlerdi.  Oysa Vergilius bilgi olmadan ortaya çıkan sanatın boş olduğunu bilir.  Kendisini ancak bilgi kurtaracaktır, bu bilgi, ölümün bilgisidir.

Ölüm

Düşünceden düşünceye atlarken Vergilius ölümün dünyanın tüm bilgilerin üzerinde olduğuna inanır.  O da ölümün bilgisine henüz ulaşmadığından kendini kör olarak görür. Bu noktada ölüm cezp edici bir merhaleye evrilir.  Ölümle gelen tüm bilgilerin üstünde bir bilgelik vardır.  Bu yüzden tahtırevanda taşındığı sırada kendisine hakaret eden halkın bu davranışını hak ettiğine inanır.  Çünkü hayata karşı kör olmuştur ve körlüğünde kendi kötülüğünü vardır.  Gerçek bilginin körlüğünde, hayatın oyununa katılmış olduğu için halkın aşağılamalarını hak ettiğine inanır.  Hayat onun için bir oyun alanı, ölüm ise gerçekliğin dünyasıdır.

Sözcüklerini hayattan, ezgilerden, renklerden, taşlardan almış, kendi ölümsüzlüğünü yaratmaya yönelik çaresiz bir girişim olmuştu. Onunki çaresiz bir girişim miydi?  Ölümlü Vergilius’un ölümlülüğü içerisinde oynadığı sonsuzluk oyunu muydu?  İşte bu noktada Aeneis de tamamlanamadan kalacaktı, tıpkı bu dünyadaki hayat gibi, devam ettirilemez ve tamamlanmamış olarak kalacaktı.

Ölümü öğrenmek!

Bu, bir yeniden bulmaydı, bir yeniden bilmekti, tıpkı geri dönen bir aydınlanma gibiydi ve zaten ansızın, bir aydınlanma anının ürünüymüşçesine dile getirilmişti.  Ah, evet, ölüm, hayata aitti, hayatı bilen, ölümü bilirdi. Hayat ve ölüm aynı dönüşümdü, biri ötekinin varlığını şart kılıyordu, biri ötekinden doğmaydı, biri ötekinden filizlenerek çiçek açmıştı, hayattı, ölümdü; varlıktı, hiçlikti. Çünkü hiçbir şey kaybolmazdı, çünkü “son” kendini “başlangıca” eklemişti, yeniden doğmuş olarak ve yeniden doğarak.  Söz, evrenin üzerinde boşluktaydı.  Söz, anlatabilmenin ve anlatılamayanın ötesindeki boşluktaydı. Fakat öte yandan söz hâlâ sözdü.  Vergiluis, onu alıkoyamıyordu ve alıkoymak hakkına da sahip değildi; söz, onun için anlaşılmaz bir dile getirilemezlik haliydi, çünkü dilin ötesindeydi. Şairin, edebiyatçının o bitmek bilmez sorgulaması, hesaplaşması hiç bitmez: “Ne işe yaradı eserim?”

“Vergilius’un Ölümü” her şeyden önce, sonu hiç gelmeyecek bir tartışmaya yoğunlaşıyor: Sanatın ve sanatçının kimliği, amacı, kendini ifade etme biçimi… İç monoloğun akışı boyunca bu sorgulama, şiir sanatından yola çıkarak sanatın geneline yayılır ve “sanat neyi değiştirebilir?” sorusuna odaklaşır.

Mitolojiden

Roma mitolojisi edebiyata yansımış ve ünlü Romalı şair Vergillius ‘Aeneis’ adlı eserini yazmıştı. ‘. Aeneis, Troya’lı prens Ankhises ile tanrıça Aphrodite’nin oğludur. Tanrılar, kral Priamos soyunun sona ermesine Dardanos soyunun ise devam etmesine karar vermiştir. Bu nedenle Aeneis, annesi tanrıça Aphrodite’nin yol göstermesi ile yakınları ve halkıyla İtalya’ya varabilecektir. Uzun ve bol serüvenli bir yolculuktan sonra Aeneis, İtalya’nın Tiber nehri kıyılarına kolonisini kurar. Burada yörenin kralı Latinus ile dost olur ancak, Yunan kolonisinin komutanı Turnus ile döğüşür ve onu yenerek öldürür. Latinus’un kızı Lavinia ile evlenerek Lavinium kentini kurar. Bu kent sonraları Albalonga adını alacaktır. Nihayet kent Roma adını alarak çok ünlenecek ve tarihte önemli roller üstlenecektir. Aeneis soyu, oğlu Iulus ile devam eder ve bu soydan gelen Ilia ünlü ikizler Remus ve Romulus’u (Remo ve Romolo) doğurur.

Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (26 Mart 2019)

“Sanat neyi değiştirebilir ki! | Raşel Rakella Asal” üzerine bir yorum

Yorum yapın