Ulus Baker’in ODTÜ Görsel-işitsel Sistemler Araştırma ve Üretim Merkezi’nde 1998 yılında verdiği seminerler, Tansu Açık editörlüğünde, geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Ulus Baker’in özellikle; “Kanaatler ve İmajlar; Duygular Sosyolojisine Doğru” adlı doktora tezinin temel argümanlarını da oluşturduğu bu seminerlerin, derli toplu bir kitap halinde okuyucuya ulaşmasının, Baker düşüncesini takip eden okurları için, oldukça sevindirici olduğunu belirtmek gerek.
Türkiye akademisinin erken yaşta kaybettiği önemli bir fikir insanı olan Baker’in düşüncesi; sosyoloji, felsefe, sinema, edebiyat, antropoloji gibi birçok disiplinin iç içe geçtiği, disiplinler arası bir perspektif sunuyor. Ve her geçen gün gerek akademi içerisinde gerekse diğer düşünsel alanlarda daha çok anlam kazanıyor.
Baker; “Bir fikir bazen resimde, bazen romanda, bazen felsefede, bazen bilimde olabilir. O alanlardan birine adanmıştır ama hep. Ve farklı alanlara adanmış fikirler hiç de aynı değildirler.” diyen Deleuze’un kılavuzluğunda ve duygular sosyolojisi bağlamında, 17. yüzyıldan başlayıp, Kant ile devam eden modern özneleşme süreçlerini ele alıyor. Resimde, filmde hatta yer yer edebiyatta imge üretme, anlam üretme konuları üzerinde duruyor. Ona göre; Arzu, yaşamın temel unsuru, elemanı gibi, neredeyse özü. Bu nedenle sanatsal üretim de, bilimsel üretim de, felsefi üretim de arzunun dışında düşünülemez. Bu nedenle de zaten bu seminerlerin başlığı “Sanat ve Arzu” olarak koyuluyor.
Seminerlerde ilk tartışma konusu olarak, Baker’in kendi felsefesi içinde önemli bir yer tutan “bakış açısı” konusu ele alınıyor. Çünkü ona göre görüşler toplumu ya da daha sonra tezinde kullanacağı biçimiyle kanaatler toplumu disiplin toplumuna eş değer. Bu toplum içerisinde görüşler ve kanıların bakış açısıymış gibi sunulması bir tuzak gibi. Örneğin; Bir televizyon programında kendi bilimsel bakış açısıyla fikrini sunan birisine karşı çıkan birisinin; “benim görüşüm bu seninki beni ilgilendirmez.” demesi halinde bu görüş formu, bir bakış açısı gibi görülemez çünkü bakış açısı dediğimiz durum Baker’e göre; asla bir perspektifin iletilmesi olamaz. Baker’in bakış açısı konusunu gündeme getirme nedeni, bu durumun yani görüşlerin ve kanaatlerin felsefe tarihi, bilimler tarihi ve hatta sanatın içerisinde dahi problem olması.
Bakış açısı sorunu toplumsal bir varlık olan insanın farklı fikirleri olması ile bağlantılı olarak görelilik sorununu da ortaya çıkarıyor. Oysa bu konu öznel bir şey olmanın ötesinde bir anlama geliyor. Nesnelerin içerisinde, dünyanın içerisinde, varoluşun içerisinde bakış açıları var ve özne bu bakış açılarından birisinin içerisine yerleşiyor. Bu nedenle bakış açısı bireyin bir özelliği olmaktan çıkıyor. Leibniz’in; “dünyanın verdiği bakış açılarından birisine yerleştiğim ölçüde özne oluyorum” anlayışından yola çıkarak Baker, göreceliliğin yüzeyselliğinden bakış açılarını kurtarmaya çalışıyor. Özneyi ve onun bakış açılarını belirleyen şeyi, dünya içerisinde bulunan farklı bakış açıları içerisinde edindiği yer olarak belirliyor. Bakış açısı, Leibniz düşüncesi açısından önemli bir insan faaliyeti yani bir eylem hali ve insanın edinebileceği bir şey. Bu anlamda Baker, Leibniz düşüncesini önemsiyor. Peki insan bir bakış açısına nasıl sahip olur? Yine Ulus Baker’in çok önem verdiği düşünme konusu burada gündeme geliyor. Şöyle diyor Baker; “Düşünmedikçe, düşünceler içerisinde, düşünceler çoğulluğu içerisinde bir bakış açısına sahip değilsiniz.” Ancak bu günkü anlamda yani Baker’in deyimiyle “görüşler toplumu” içerisinde görüşler olarak sunulan bakış açıları sadece medyaya yarıyor. Leibniz’in düşüncesi ile bakış açısı ve kanaatleri birbirinden ayırmış oluyor Baker ama yeterli görmüyor. Bu nedenle Spinoza’dan affect yani duygulanım, etkilenme kavramını alıyor. Spinoza yaşamın bütün çeşitlemesi ve akıp geçişi içerisindeki etkilenmelerimize affectler adını veriyor. Bu varoluş gücümüzdeki artış ve azalışlarla ilgili. Bütün bedenimizi etkileyen bir durum bu duygulanışlar ve dışarıdan karşılaşma anlarına da bağlı. Örneğin; karşılaştığımız bir sanat eseri bizi sevindirebilir ve varoluşumuzu yukarıya çekebilir ya da kederlendirerek tam tersini yapabilir. Duygulanımlarımızın oluşması için bir dış etkiye ihtiyacımız vardır. Yani bu bireysel kendiliğinden olan bir olay değildir. Bu nedenle bakış açılarımızı oluşturan şey bize göre olan değil ki bu o zaman kanaat ya da görüş olur, dışarıdan bir etkiyle bizde oluşan şeydir.
Seminerde özellikle Spinoza, Vertov ve Simmel’in ortaklaştıkları bölüm üzerine ortaya konulan tartışma bana göre Baker’in oluşturmaya çalıştığı sosyal bilimsel perspektif açısından oldukça önemli. Birisi felsefenin, birisi sinemanın ve bir diğeri sosyolojinin alanından üç metin ortak bir açıdan okunabilir mi? Baker’e göre; farklı alanlardan farklı zamanlardan metinler bilimsel olarak çakışabilir. Simmel izlenimci bir sosyolog olarak tanımlanır ve kent manzaralarını ve yaşam üsluplarını bir metin ile tasvir etmeye çalışır (Simmel, 2003, “Modern Kültürde Çatışma”). Baker’e göre; empresyonist özelliği içeren bir tür tasvir faaliyeti içerisinde Simmel. Bu durum aynı zamanda Spinoza’nın prensiplerinden birisini içeriyor ve yanlış yorumlanmadığı müddetçe onun dışavurumculuğu ile örtüşüyor. Spinoza da aslında “Ethica”da hayatın tam kendisinden bahsediyor. Hayatta fikirler birbirini nasıl takip ediyorlarsa, duygularımız, duygulanışlarımız birbirlerini nasıl takip ediyorlarsa, kentte gezerken şuraya buraya bakıyorsun, bir fikir ya da duygu ile etkileniyorsun. Başka bir imaj başka bir fikir seni etkiliyor. Spinoza’nın “Ethica”sı ve Simmel’in kent tasviri, aslında ikisi de hayatı olduğu gibi aktarıyor ki Baker’e göre; “Ethica” zaten hayatın kendisi olarak tanımlanıyor. Bunu sinemada yapan kişi ise Vertov. Onun kameralı adamlarına önerdiği şey, hayatın bütün veçhelerini, bu akışkan görüntüler içerisinde, kimseye rahatsızlık vermeden tespit etmek. Bu üç farklı alandan düşünürün ortak noktası; bir bakıma hayatı olduğu gibi sunmak. Buradan bakış açısı konusuna bağlamak gerekirse Simmel’de bakış açımızı kent içerisinde bizim öznel varlığımız değil kentin herhangi bir yerinde bizim konumlanışımız olarak anlıyoruz. Spinoza’da yine belirleyen şey dışarıdan bir etki; herhangi bir duygulanım, Vertov’da ise birinin bakış açısı değil kameranın bakış açısı. Çünkü ona göre kamera zaten apayrı bir özne. Bu üç farklı düşünür üzerinden konuyu anlatan Baker’in, farklı disiplinler arasında gezerek düşüncesini nasıl oluşturduğunu gözlemleyebiliyoruz. Aslında kurmaya çalıştığı sosyal bilimsel düşünce sistemi ile de yakından ilişkili bu durum.
“Sanat ve Arzu”, Ulus Baker düşüncesinin oluşma basamaklarını anlatan bir metin olarak tanımlanabilir sanıyorum. Videolardan olduğu gibi aktarılan cümleler kitabı okurken, Baker ile sohbet ediyormuşçasına bir okuma hazzı yaşatıyor ve insan keşke burada olsaydı da aklıma takılanı sorsaydım diye iç geçiriyor. Daha önce de söylemiştim bu düşündüren, düşünce insanı üzerine daha çok düşünmeli ve konuşmalıyız.
Emek Erez – edebiyathaber.net (19 Aralık 2014)