“İşlevi olan her şeyin yeri doldurulabilir; yeri doldurulamayacak olan işe yaramayandır.“
Sosyal bilimler sanatla ilişkilenen diğer bilimlerin aksine, sanatın zaman, mekan açısından bir bağlama yerleştirilmesini önemsemişlerdir. Sanatın kurumsal yapılar, mesleki eğitim, toplumsal yapı ile ilişkilerini irdeleme eğiliminde olmuşlardır. Bunlar içerisinde yer alan Sosyoloji, sanatın, sanatçının ve hatta sanat eserinin siyasi kurumlar, ideolojiler ve benzeri sanat dışı alanlarla bağları üzerine yoğunlaşmıştır. Çünkü sosyologlar, sanat eserinin üretimini pek çok toplumsal kurumun dahil olduğu ve tarihsel olarak gözlenebildiği bir anın ürünü olarak görmektedirler. Bu nedenle de onlar için sanatın, sınırları belirgin çok keskin bir tanımı yoktur. Ve de ilişkiler ağı içerisinde bir sürecin sonucu ortaya çıkan sanat eserinin üreticisi, yani sanatçı önemli bir problem olarak durmaktadır. Çünkü tüm bu toplumsal ağların içinde sanatçının yerinin tam olarak neresi olduğu bir hayli muğlak bir durumdur.
Sanatçı kimdir?
Sanatçının yerini tam olarak belirleme konusunda çaresiz kalan Freud gibi psikanalistlerin yanı sıra, sanatın üretimi sürecinin merkezine sanatçıyı koyan pek çok yorumcu da bulunmaktadır. Bunlara son zamanlarda Barthes’le başlayıp Foucault’la devam eden “yazarın/sanatçının ölümü” fikri de eklenmiştir. Dilbilimin içinde filizlenen Göstergebilimsel anlam arayışlarında, anlamı üretenin anlamı okuyan karşısındaki pasif durumu gözetilerek “yazarın ölümü”ne vurgu yapılmaktaydı. İlk bakışta kulağa hoş gelen bu düşünce, metni/sanatı üretenin üretim sürecinde bir dizi toplumsal ilişki içerisinde olduğu ve hatta düşünsel olarak da içerisinde bulunduğu toplumdan bağımsız olmadığı dikkate alınırsa, yazarın öldürülmesi de o kadar kolay değilmiş gibi görünüyor. Ancak sanatçıların büyük bir bölümünün de dâhi derecesinde yenilikçi yaratımların uzağında olduğunu ve rutin bir üretim sürecinin icracıları olduğunu da unutmamak gerekir. Bu haliyle sanatçının,
üretim sürecinin herhangi bir noktasında rol alan bir işçiden farklı bir pozisyonu işgal etmediği de ortadadır. Bu konuda çalışan sosyologlar, üretim sürecinde üretici pozisyonda görev alanların rolünü ortaya koymakta başarılıyken, sıra dışı sanatçıların durumlarının açıklanması o kadar da kolay olmamaktadır.
Sanatçının ne olduğu üzerine yapılan çalışmalarda genelde iki yaklaşım bulunmaktadır; bireyci ve sosyolojik. Bireyci yaklaşımlar, genellikle psikanalitik ve estetik temelli açıklamalar içermekte ve sanatçıya nevrotik bir kimlik yüklemektedir. Freudien yaklaşımda sanatçı, insan türünde evrensel olarak bulunan dürtülerle başa çıkmaya çalışan bir bireydir. Bununla birlikte psikologlar sanatsal özelliklerin eşsiz olduğunu düşünmez. Onlara göre, yetenek doğuştan gelse dahi içinde bulunulan süreçlerin etkisini de taşımaktadır. Sosyal psikologlar için sanatçı kabiliyete sahip, öğrenme, problem çözme işiyle uğraşan bir entelektüeldir. “Psikologlar sanatsal yeteneğin ortaya çıkış sürecini bireyin yetenek veya zeka, güdü veya itki veya kişisel deneyimden gelen tepkiler gibi özelliklerinin bir yansıması olarak açıklamaya çalışırken, sosyologlar genellikle yeteneği verili kabul eder, kültürel üretimi çevreleyen kurumsal destekler ile kısıtlamalara odaklanır ve katılımcıları daha çok birer oyuncu olarak görür. Toplumsal rol bazen sabit, şeyleşmiş bir konum olarak ele alınır, bazen de inşa sürecinde kabul edilir. Diğer toplumsal roller gibi sanatçının toplumsal rolü de, bu rolleri oynayanların mikro stratejileriyle etkileşim halindeki makro tarihsel süreçler aracılığıyla ortaya çıkar”.
Bakanın baktığı yerden gördüğüne paralel olarak tanımların da değiştiği sanat ve sanatçı konusunda, V.L. Zolberg, ona dair kavrayış ne olursa olsun, sanatçının toplumsal ilişkilerden doğduğunu ve ancak onlarla karşılıklı bir ilişkide olduğu göz önüne alınırsa hakkıyla anlaşılabileceğini ileri sürmektedir. Çünkü sanat kendi başına bir inceleme kategorisi olamazdı ve onu anlamak için toplumsal bir inşa olduğunu kabul etmek gerekirdi. Bu yaklaşım, sanatçıları işçi gibi bir konuma yerleştirip onları kolektif bir üretim sürecinin ortakları olarak kabul ederek estetikçilerin yücelttikleri sanat ve sanatçı anlayışını kısmen normale indirgemektedir.
Öte yandan Sosyologların sanata yaklaşımlarının tümüyle örtüştüğünü ileri sürmek de mümkün değildir. Özellikle 1950 ve 60’larda diğer bilimlerde de görülebileceği gibi pozitivist yaklaşımın etkisinde sanata yaklaşılmıştı. Bu yaklaşım Newtoncu ve Baconcu düşünceyle gelişen doğa bilimlerinden fazlasıyla etkilenmiştir. Dolayısıyla sosyolojinin diğer konular gibi sanata bakışında da bilimin her türlü olaya uygulanabilecek evrensel bir yaklaşım olduğu fikri ağır basmıştı. Sonraki yıllarda ortaya çıkan bilimsel yaklaşım ise, yorumlayıcı ve yorumbilgisel çözümlemeleri merkeze alındığı pozitivist karşıtı yaklaşımdı. Bunlar, “toplumsal dünyayı, doğal dünyanın bir uzantısı olarak görmek yerine, kültürel yaratımların sembolik anlamını aydınlatmaya ve izah etmeye odaklanır”. Son yıllarda ise bazı sosyologların ana akım sosyolojinin ihmal ettiği bazı konulara yönelerek nitel araştırmalar yaptıkları da görülmektedir.
Vera L. Zolberg’in kaleme aldığı “Bir Sanat Sosyolojisi Oluşturmak” başlıklı kitap (çev. Buket Okucu Özbay, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi) sanatın sosyoloji ile ilişkisini kurup bu konuda yapılmış çalışmaları da değerlendirerek zihin açıcı bir içerik sunmaktadır.
İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (6 Ağustos 2015)