Osman Balcıgil’in Melek, Terörist, Fahişe adlı romanı geçtiğimiz günlerde Destek Yayınları etiketiyle çıktı. Balcıgil’in eseri 1980 Askeri Darbesi’ne yakın bir döneme, daha çok da dönemin şiddetle iç içe geçen politik ortamına (polisiye ögeleri de dahil ederek) bir gazetecinin bakış açısı üzerinden odaklanıyor.
1970’lerin ikinci yarısı. Türkiye’nin yüksek tirajlı gazetelerinden birinin yazarı Londra’dadır. Peep Show çalışanı Holly’nin başı çektiği Türkiye kökenli gençlerin göç hikâyelerine yer veren röportajlarını tamamladıktan sonra yurda döner. Çok geçmeden Holly gazeteciyi telefonla arayarak İstanbul’a geleceğini, kendisiyle görüşmek istediğini söyler. Buluşurlar. Gazetecimiz Holly’nin yakın arkadaşı üniversite öğrencisi Ferit’le de tanışır. Günler birbirini kovalarken kısa sürede kaynaşırlar. Derken bir gün Holly hayret verici bir havadisle çıkagelir: İstanbul’un genelev patronlarından Matilt Manukyan’ın evlerinden birinde çalışmaya karar vermiştir. Holly olağandışı iş yaşamında tanık olduklarını gazetecimize fısıldadıkça Manukyan’la alakalı bir yazı dizisi hazırlamak neredeyse kaçınılmaz hale gelir. Kahramanımızın bu işte de bir numaralı bilgi kaynağı Holly’dir. Bu noktadan sonra anlatı, yazarın, romanın ilk sayfasında yer verdiği alt başlığa açılır: Devlet, mafya, siyaset üçgeninde genelev patroniçesi Matilt Manukyan’ın macerası ve dönemin bir takım terör olayları.
Edebiyatımızda son birkaç yıl içinde 1980 Darbesi’ne giden sürece günümüzün bakış açısı üzerinden yaklaşan romanlar yayımlandı. Bunlardan (benim okuduklarımdan tabii ki) bir kısmı anlatısını daha geniş bir tarih aralığına yerleştirirken tamamıyla döneme odaklanan eserler de var. Bu bağlamda Nedim Gürsel’in Son Yolcu, Feridun Andaç’ın Kaplıcada Son Yaz romanlarını ilk grupta, Ayla Önal’ın Siranuş’un Mızıkası ile Özlen Alpaslan’ın Yarım’ını ikinci grupta sayabiliriz. Melek, Terörist, Fahişe de ikinci grupta. Andığımız bu romanları, toplumsal travmalarımıza dair bellek tazeleme derdiyle de okuyoruz haliyle. Ayrıca askeri darbeleri öncesiyle, sonrasıyla; farklı görüş ve düşüncelerin çeşitliliği içindeki tanıklıklarıyla, belgeleriyle, yaşanmışlıklarıyla anlayabilir, giderek de kendi değerlendirmelerimizi oluşturabilirsek günümüz sorunlarına çözümler üretmenin daha sağlıklı yollarını keşfedebiliriz de.
Balcıgil’in romanına gelirsek, yazar, eserini (yer yer yaratılmış karakterlere yer verdiğini belirtse de) gerçek olaylar, kişiler ve temalara dayandırdığına vurgu yapıyor. Anlatıda kolaylık sağlamak adına zamanda kaydırmalara gittiğini belirtiyor. Yazarın bu açıklamaları önemli; zira metni ele alış biçimimize yön verecek. Roman boyunca içinde yer aldığımız kaotik politik atmosferin, şiddet olaylarının, gizemli yan karakterlerin izini sürecek, gerçeğin yansımalarını arayacağız. Hemen hemen her sayfada karşımıza çıkan dipnotlar ise tüm o hadiselere, politik figürlere, ünlü-ünsüz şahsiyetlere, kültürel dokuya dair bilgiler içeren- yer yer eğlenceli ama yer yer de netameli- oyun kartlarına dönüşecek.
1976 yılında, sadece İstanbul’da beş yüz on öğrenci olayı meydana gelmiş. On üç öğrenci silahlı çatışmalarda hayatını kaybetmiş. Durumu şöyle özetliyor yazar:” …ülke … dar bir dönemece takılıp kalmıştı. Her olay bir yenisini tetikliyor, her ölümün karşılığı yeni bir ölüm oluyordu. Özellikle de üniversitelerde durum ölüm, cenaze, intikam yemini, yeniden ölüm sarmalına girmişti.” O dönemde halkın temel bilgi kaynakları devlet yayın organı TRT radyo ve televizyonu ile ülke genelinde dağıtımı yapılan yüksek tirajlı gazeteler. Böylesi dar zamanlarda resmi ağızlardan duyulmayan seslerin önemi daha da artar. Öte yandan gazetecimizin anlattıklarına bakılırsa, basın sektöründe haberciliğin sansasyonel boyutu ön planda. 1970’lerin Türkiye’sinde, haberin nabzını tutan yüksek tirajlı gazetecilik anlayışına göre, gazeteniz çok satmıyorsa ne yaparsanız yapın fark yaratmış sayılmıyorsunuz. Ele alınan konunun/haberin ilgi çekiciliğini belirleyen temel ölçüt sükse yapabilmesi. Ayrıca “takla attırma ”tâbiri de çok yaygın. Meselâ röportajın öznesi önemli bir şahsiyet zülfüyâre dokunmamışsa haberi kamuoyunun ilgisini çekebilecek formata taşımanız kaçınılmaz görülüyor. Bunu da haber kaynağınızın sözlerindeki vurguyu -özünü yok etmeden- farklılaştırarak yapıyorsunuz. Böylece hem kaynak kişinin itirazda bulunma girişiminin önünü alıyor hem de yazdıklarınızın okuru cezbetmesini sağlıyorsunuz. Habere ve haber kaynağına nasıl yaklaşıldığına dair bir başka örneğe daha bakalım: Yazı işleri müdürü gazetecimizden Holly haberleri istiyor, gazetecimizin yorumu ise şöyle:” Tadını almıştı tabii Holly’nin. Gazete satışlarına bile etki etmişti dizi yazım. Ben de yazı işleri müdürü olsam ben de bağırırdım arkam sıra, mutlaka bir şey çıkart diye.”
Romanda kahramanımıza bir kere bile kendi ismiyle hitap edildiğine şahit olmuyoruz. Ona üçüncü şahıslar gazeteci diyor, biz de kısaca “gazetecimiz” diyelim. Gazetecimiz her neredeyse biz de orada oluyoruz, her ne söylerse kulak veriyor, bir sahneden diğerine birlikte geçiyoruz. Diyaloglar uzamıyor. Konuşma sürüp gidecek gibi olursa da gazetecimiz konuyu “anlattı da anlattı” diye bağlayarak kendi fikirlerine bağlam içinde genişçe yer açıyor. Genel manada kendinden hoşnut biri ama kimi itirafları da yok değil. Holly’ye duyduğu aşk nedeniyle canı yansa da, onu benzersizleştiriyor. Ayrıca Holly’’nin sözün bir yerinde değindiği vicdanlılar, vicdansızlar ve tarafsızlar ayrımından çok etkileniyor: “Sonunda kararımı vermiş durumdayım. Ben iflah olmaz bir tarafsızım. Bu da vicdansızların değirmenine su taşımakla aynı anlama geliyor. Ben ve benim gibi insanlar olumlu davranışlarda bulunmadıkları için, ötekiler köpeksiz köy bulmuş gibi davranıyorlar.“ diyor kendi kendine ve bu düşüncelere kapıldığı anda aldığı önemli bir kararla “vicdanlı davranış sergileyeyim” derken yaşamının akışı -en azından bir süreliğine- dramatik bir biçimde yön değiştiriyor.
Melek, Terörist, Fahişe ezeli ve -bir yandan da sağaltmak adına maharet sergileyemedikçe- ebediymiş gibi duran toplumsal kanamalara “bakın, oradalar” diyor. Sokak eylemlerinde devletin yol açtığı şiddet, bu eylemler için ileri sürülen histerik komplo iddiaları, mafya-devlet ilişkileri, kirli para, beyin göçü vs. açmazlar bugün de gündemimizde. Kıstırılmışlıklara, yüzyıllardır halının altına süpürülmüş sorunları görmezden gelmelere, bunlar yokmuş gibi yapmalara, propagandist tavır ve bakışlara, düşmanlık üreten sembollere, bunlar üzerinden konumlanmalara içleniyoruz haliyle. Bir de Balcıgil’in en başta söylediğini tekrar belirtmek gerekirse, olayların zaman aralığı ve akış hızı hayatın normal akışının çok üzerinde. Bu durumu massedilebilir kılan şeyse baş kahramanımızın gazeteci kimliği. Tüm bu önemli olayların gerçek zamanlı takibini yapmaya kalkıştığınızda on-on beş yıllık bir süreye yayıldığını belirtmek gerek.
Eserinde görünenin ardını yoklarken Osmanlı’nın parçalanma dönemine göndermede bulunuyor yazar. Temel tezleri arasında, derin toplumsal alt üst oluşlar ve bunların ardından gelen yıkımdan emperyalist güçlerin sorumlu olduğu iması var. Kitabı okuyup bitirdiğimde durduğum yerdeki manzara yazarın bu tezinden farklıydı: Birinci Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamakla kalmamıştı. Kaos çağıydı ve yıkım global ölçekliydi. Eski dünyanın ruhuna yaslanmış Avusturya-Macaristan ve Rus imparatorlukları da dağıldı. Hal böyleyken belki de Osmanlı’nın yönetici elitleri -tıpkı diğer imparatorlukların elitleri gibi- yok olmaya yazgılı dünyalarının buharlaşıvereceğini kestiremediler. Halbuki Aydınlanma ve onun ardından gelen devrimler çağı tepeden tırnağa kabuk değişimiydi. Bu çağ ulus devletleri yaratmıştı ama işte yirmi birinci yüzyılda dinamikler yine değişiyor.
Yeryüzünün tüm coğrafyalarında özgürlük, eşitlik, kardeşlik, hakça bölüşüm talepleri güncelliğini koruyor, koruyacak da. Bu talepler bizi tüm kapsayıcılığıyla birleştiremezse ve barış içinde yaşama umudunu çoğaltamazsak sonumuz ne olur, gerçekten bilemiyor insan.
Alıntılar için bknz: (Sırasıyla), syf.34, syf. 26, syf.194.
edebiyathaber.net (24 Haziran 2022)