Her okurun metinden aldığı haz kendi deneyimlerine göre şekillenir. Bu nedenle bir metnin iyi ya da kötü olmasını belirleyen kesinlikli sınırlardan söz edemeyiz gibi geliyor bana. Kendi okuma deneyimimde daha çok metinlerarası ilişki kuran, türler arası sınırı belirsizleştiren, parçalı, olay örgüsü düz bir zaman çizgisinde ilerlemeyen, hâttâ karakterlerin birbirinin önüne geçmeden belirsizleştiği ve konu edilenin başka hikâyelere patika açtığı anlatıları öncelediğimi söyleyebilirim. Çünkü bu tarz bir okuma serüveni zihninizi farklı noktalara temas etmeye zorlar evet, “bir solukta okudum” cümlesini kuramazsınız ancak okuma sonrası aldığınız haz metnin son sayfasını da okuyup kitabı kapattığında orada kalmaz. Kafanızda yer eder, bir süre metnin düşündürdükleri hayatınızda dolaşır, böylece bir bakıma okuma dediğimiz süreçten payınızı aldığınızı hissedersiniz. Ancak en başta da ifade ettiğimiz gibi okuma zevki kişiden kişiye değişir, her okurun yolu başkadır, kendine göredir.
Stefan Themerson’ın “Sardalyanın Gizemi” adlı Metis Yayınları tarafından, Özge Duygu Gürkan çevirisi ile basılan kitabı kendi okuma deneyimimde bahsettiğim hazları alabildiğim bir metin oldu. Kitap bir roman ancak Themerson, çok farklı alanlarda felsefe, tarih, din gibi disiplinleri metnin altına yerleştirmiyor fikrimce edebiyat ve bu alanlar arasındaki sınırı belirsizleştiriyor. Uzunca diyaloglarda, kendinizi bir edebiyat metninden çok felsefi bir tartışmayı okuyor gibi hissedebiliyorsunuz. Ayrıca okuduğunuz metnin başta görünen fikrinden ve sizin kitabın asıl konusu olduğunu düşündüğünüz meseleden uzaklaştığınızı da fark edebiliyorsunuz. Zihninizde olaylar arasında bağlantıları bulmaya çalışırken metin içerisinde yolunuzu kaybetmeniz de muhtemel. “Sardalyanın Gizemi” yazarın birikimini yansıtan ama bunu okurun üzerine boca etmeyen, fikirlerini metnin altına saklamayan, dert ettiğini okura geçiren bir metin. Dünyanın sorunlarını, savaşı, devletlerin politikalarını ve tüm bunların nedenlerinin felsefede, bilimde yatan sebeplerini göstermeye çalışan, bunu yaparken de eleştirel bakışını sonuna kadar sürdüren bir kitap.
Bu metin üzerine yazmak da kolay değil çünkü konuya girdim, onu geliştirdim, şimdi de sonuç, tadında klasik bir roman okuma deneyimi sunmuyor bu anlamda da bir sınır aşımı söz konusu. Çok fazla karakter ve olayla iç içesiniz. Her karakterin kendi içerisinde bir önemi var biri diğerini öncelemiyor. Yazar hepsine bir hikâye veriyor ve sizi bunlar arasındaki ilişki üzerine kafa yormaya çağırıyor. Burada önemli bulduğum bir ayrıntı da karakterlerin çok kısa bir yeri olsa bile ifade edilişi açısından akılda kalıcı olması. Bir büfe işletmecisi, bir bilim insanı veya din insanı hepsi asıl hikâyeden payını alıyor bir şekilde yazar metin içerisinde zamanda bazen ileri bazen geri giderek onların geçmişini, şimdisini ve diğer karakterlerle olan ilişkisini metne yerleştirebiliyor.
Peter Mendelsund şöyle diyordu: “Okumanın hikâyesi hatırlanan bir hikâyedir. Okurken metne gömülürüz. Ve ne kadar çok gömülürsek, -ne kadar dalgın olursak- analitik zihinlerimizi mevcut anda bizi içine çeken deneyime o kadar az odaklayabiliriz. Dolayısıyla okuma hissini tartıştığımız zaman aslında okumuş olmanın anısından bahsediyoruzdur, bu okuma anısı sahte bir anıdır.”[1] Kitaplar üzerine düşünen ve onun hakkında kalem oynatmaya çalışan için de böyle bir durumdan söz edilebilir. “Okumuş olmanın anısından” veya yazarın “sahte anı” dediği şeyden bahsetmek de bazen zorlu oluyor.
“Sardalyanın Gizemi”nde çok fazla eleştiri, çok fazla karakter ve okurken içine gömülüp kaybolabileceğiniz çok fazla ayrıntı var. Çünkü yapacağınız bir alıntının bağlandığı çok başka yer var. Veya bir karakterden bahsetmek diğerleri ile arasındaki bağı kaybetmek anlamına gelebilecek hissi var. Ama yine de bahsetmek gerekirse kitap bir “suç” hikâyesiymiş hissiyle başlıyor. Okur başlangıçta metinde bir patlamanın olduğunu görüyor. Üst düzey bürokratların oturduğu bir mahallede, yanlış evde gerçekleştirildiği düşünülen bir patlama bu. Ve metinde bunun çözüleceğini düşünüyorsunuz ancak ara ara konudan karakterler aracılığı ile bahsedilse de bu konu odak noktası olamıyor ki bu metin için belli bir odak noktasından söz etmek de zor. Metnin devamında olayın çözülmediğini, polisin bildiği bir şeyler olduğunu fakat açıklığa kavuşmadığını seziyorsunuz. Bu bir sezgi çünkü yazar size bunu dolaylı bir şekilde veriyor ve bu süreç sizin zihninizde tamamlanıyor. Çünkü işin içerisinde politik bir durum olduğunu, o mahallede yaşayan bürokratlarla ilişkilenen ama açıklığa kavuşması tanık olduğumuz pek çok örnekte olduğu gibi, devlet politikaları gereğince uygun olmayan bir durum bu, yani benim okumamda hissettiğim demek böyle demek daha doğru olur. Metnin sonrasında bu olaydan oldukça uzaklaşıyorsunuz ama karakterler aralıklı olarak başka olaylarla karşınıza çıkıyorlar. Themerson böylece yaşananın bir ayrıntı olarak kaldığını, yaşamın, başka olaylarla, hayatınıza katılan başka insanlarla akışını sürdürdüğünü hatırlatmak istiyor belki de. Tarih pek çok olumsuz olayı barındırıyor ama insan türünün yaşamı, o zamanda gerçekleştirdiği sapmalarla varlığını devam ettiriyor, tıpkı zaman gibi hayatında akışı var ve yaşanan bir anıya dönüşürken hayat yolu sürüyor.
Stefan Themerson, metinde eleştirel tavrını karakterler arasındaki uzunca diyaloglar ile ortaya koyuyor. Örneğin: Pozitivist bir filozof ile peder arasında bir bölüm boyunca süren tartışmada açıkça bir pozitivizm eleştirisi görebiliyoruz. Burada peder, inançsız olduğunu iddia eden bilim insanına aslında bir şekilde onun yaptığının da inanç olduğunu göstermeye çalışıyor fikrimce. Bu ikili arasındaki diyalogun en can alıcı yeri şöyle: “…Etrafındaki dünya öyle ki, öldürmek ve ölü bedenler üretmek zorunda kalıyor. Öldürmekten hoşlanmıyor demiyorum. Kokudan hoşlanmıyor diyorum. Çelişkinin özü bu. Öldürme zevkini bozan nahoş çürüme kokusu karşısında burnunu kapatmasına yol açan o dünya-dışı gücün ne olduğunu soruyor ve cevap olarak dinlerini ve ahlak kurallarını icat edip, sinir sisteminin üst kısmının medeniyetin başlangıcını yaratmasına izin veriyor; nihayetindeyse sadece etin bozulmasını geciktiren buzdolaplarını değil, aynı zamanda hava sızdırmaz gaz odalarını, canlılardaki proteinleri okside eden alev makinelerini ve kokusuz, temiz atom bombalarını icat ediyor. Böylece medeniyet bir zamanlar onu doğuran şeyi bastırmanın yolunu buldu. Hayır, medeniyetimiz ateizm yüzünden değil, ölümün kokusunun giderilmesi yüzünden intihar sürecinde.”
Evet, dünya gerçekten de ölümün kokusunu gidermek için harcadığı çabayı, ölümü durdurmak için harcamıyor. Ve bilim insanının inandığı o felsefi tavır da ancak kokuyu gidermek için çare arıyor. Çünkü insanlar ölümden çok onun yaydığı kokudan, dünyadaki çürümeden dolayı ortayı kaplayan pislikten rahatsız oluyorlar. Çürümeyi görüyor ama ardındaki bilimsel kavrayışı, inancı, politikayı görmek istemiyor. İşte bu metindeki bilim insanı gibi aslında bir açıdan yaptığı şeyin “anormalliğini” savunmak durumunda kalıyor. Geriye kalan ise bu cümleden sonra pederin sorusu: “Böyle bir felsefenin yükünü nasıl taşıyabiliyorsun, sana teselli verecek bir düşünce olmadan mesela?” Bize teselli verecek bir düşünce bulunabilir mi bilinmez ama tüm büyüsünü kaybetmiş, her yeri ölçülüp biçilmiş, gizemsiz kalmış, metinde ifade edildiği gibi çürümenin kokusuyla kaplanmış bir dünya var elimizde ve bu gerçek.
Stefan Themerson’ın “Sardalyanın Gizemi” yukarıda bahsettiğimiz gibi çok fazla diyaloga yer veriyor. Felsefe, matematik, mantık, bilimler, bilgiler, edebiyat metinde farklı disiplinler bir arada sunuluyor. Sınırları olmayan, çoğul açılardan dünyaya ve insana bakan bir metinden bahsediyoruz bu nedenle. Kolayca okunup geçileceğini söyleyemeyiz ama okunduktan bıraktığı pek çok düşünceden bahsedebiliriz. Doğanın kitabı artık neden yazılamaz, içinde bulunduğumuz dünya değil de güneşin etrafında dönen başka bir dünya mı asıl gerçekliğimiz, “her saniyede dünyanın bir yerinde bir çocuk açlıktan ölüyor” gazetede gördüğümüz, sıradan bir haber mi artık; peki insanlar, savaşı yaşamış, patlamada bacağını kaybetmiş, âşık olmaya meyletmiş başka başka durumların içinde kalmış hayatlar nasıl sürüyor, dünyada gizemini kaybetmemiş bir şeyler kaldı mı, Öklit budalanın teki miydi ve onun teorisi bir çocuk tarafından çürütülerek bir aşk mektubuna dönüşebilir mi? Onlarca soru sorulabilir. Hayatı tek bir şeyle açıklanamaz, yaşananların altını deştiğinizde pek çok farklı düşüncenin, bilimsel kavrayışın, felsefi tahayyülün, politikanın yaşamda etkisi olduğunu fark ederiz. “Sardalyanın Gizemi” hayatı bu açıdan ele alıyor düşüncenin sadece kitapta kalmadığını, bir edebiyat metniyle ortaya koyuyor, çünkü hepsi hayata yerleşik, onu belirleyen parçalar.
[1] Mendelsund, P., (2015), “Okurken Ne görürüz? ‘Resimli Bir Fenomenoloji’”, (Çev. Özge Duygu Gürkan), İstanbul: Metis.
Emek Erez – edebiyathaber.net (20 Mayıs 2019)