Okurluğun tarif edilebilir pek çok biçimi var. Ama saf okurluk diye bir kategori kurulabileceği meselesi biraz şüpheli gelir bana. Yıllaaaar yıllar önce işçi sınıfı üzerine okur, düşünür, öğrenir ve çalışırken bir iktisat öğrencisi kostümümle Türk-İŞ’te bir eğitim toplantısına gitmiştim. Bir ekonomi akademisyeni, işçilere ders veriyordu. Konuşmasına şöyle başladı; “arkadaşlar, insanlar ikiye ayrılır” elindeki tahta kalemi ile iki ok çıkardı beklenebileceği gibi ve yazarken ekledi “üreticiler ve tüketiciler.” Daha hoca yüzünü bize dönemeden, arka sıralardan bir işçinin gür sesi yükseldi: “Hocam hoş geldin de” (sesi gerçekten gürdü, proletkült olsun diye demiyorum) “üretenler tüketmiyor mu, tüketenler üretmiyor mu?” Gayrıdiyalektik (alana katkım olsun terim :) düşüncesi yüzünden hoca, çoğu üniversite yüzü falan görmemiş dinleyici kitlesi tarafından hızla sarakaya alınmış, sonradan söyledikleri de epeyce kulak arkası edilmişti. Bu yazı da azıcık o gür sesi arkasına alarak okurluk-yazarlık kutbu üzerine küçük bir not olsun.
Sadece öykülemenin değil, genel olarak yazının kusursuz ve koşulsuz bir diyalektiği vardır. Biz fark etsek de etmesek de bir metnin yazılma gerekçesinin ardındaki niyet ya da fikir ancak fikrin, niyetin karşıtlarıyla ya da daha az keskin bir ifadeyle karşılaştırabilir benzerleriyle ve benzemezleriyle birlikte anlatılabilir. Potansiyel olarak uyumayı hatta fiilen uyuyabilenleri anmadan uykusuzluğun kesifliğini anlatamaz, benzer koşullar altında aynı meseleyle boğuşan üç delikanlı olarak (üçü de baba intikamı peşinde üç delikanlıdır ve aslında bir tragedyada yan yana olmak için fazla benzerdirler) Fortinbras’ın, Laertes’in olma biçimlerini göstermeden Hamlet’in neden Hamlet olduğunu ve o tragedyanın neden en çok onun hikâyesi olduğunu gerekçelendiremezsiniz. Ve kurmaca yazı bu demektir; bir özgünlükten söz edeceksek, hikâyenin ne anlattığından değil, çeşitli nedenlerle yan yana gelmezlikleri bir araya getirme biçiminden söz etmeliyizdir. Ve yazının bu doğal diyalektiği ilişkiye geçtiği her şeye kendi diyalektiğinden bulaştıracaktır. Demek ki ilk kez yazıyı yazan kişi tarafından gerçekleştirilecek okuma eylemi, yazmak ile okumanın tek insanda birleştiği o ara yüzden; yatağından taşarak dışardaki okurlarının tarlasına diyalektiğin suyunu taşıyacaktır.
Yazıya kuvvetli bir “antre” yapmış işçinin sorusunu nereden çoğaltabileceğimiz apaçık: okuma diye bir iş var tabii, yazma işi gibi. Ama okumayan bir yazar hayal edilemeyeceği gibi (çünkü yazarlık naif kategorisi olmayan bir uğraştır) saf okurluk diye bir şey yok; yani hâlihazırda yazan insanların okurluğunu ayrı bir kategori altında yazar-okur diye toplamanın bir işimize yaramayacağı belli. Okuryazar yerleşik teriminin genel geçer kullanımı böyle bir içerik taşımasa da, aslında bütün alanı doğru bir biçimde kapsayan harika bir terim bana kalırsa. Okurluk yazma işinin tanıklığıdır ve tanık, hikâyeyi kuracak kişidir (ne kafa karıştırıcı değil mi?) Okurken, yazının kıyısında durup onu izleriz, yaptığımız budur.
Bazen, çaldırmaya başladığımız bir telefonun açılmasını beklerken, olmadığımız uzaklarda, boş bir odada telefonun nasıl çaldığını hayal ettiğimiz gibi ya da onca bakış değiştokuşunun arasında bazen biriyle göz göze geldiğimizde onu hem yakaladığımızı hem ona yakalandığımızı, hem kendi içinden taşıp içimize dolduğunu, hem onun içine çekildiğimizi aynı anda kavradığımız gibi, bazen metnin sonlanmış halini aşıp metnin oluşumunu hayal ederiz. Duygusal ve yazınsal yatırım yapılmış yumruk gibi bölümlerde, belki de kapıldığımız bir metin parçası değil, o parçayı yazmakta olan yazarın heyecanıdır. Ve içinde bu türden bölümler olan kitapların iyi kitaplar olduğunu düşünürüz. Şu kaba mantıkla işimiz yok, eğer kitap önümüzdeyse yazarı orada değildir ve yazara bakıyorsak kitap henüz yazılmamıştır. Zira Jameson’ın dediği gibi “diyalektik düşünmek demek, iki özdeş ama antagonist özelliğin ikisini de aynı anda düşünmek demektir.”
İnsan okurken, yazıya dâhil olur, yazı onda iz bırakır, kaydolur, nakşolur; ona yazılır. Bu deneyimin gerçekleştiğini fark ettiğimiz olağanüstü baş döndürücü anlar vardır. Bir deneyimi adlandırmak, onu deneyimlerken aynı zamanda biricik olduğunu düşünmemiz yüzünden kolay bir iş değildir, ilk elden bu deneyimi örneklemek için okurluğunun başında ve olgun çağında olan iki roman kahramanının meseleye nasıl yaklaştığını hatırlayalım bu yazı bitmeden.
Gönülçelen’in (Çavdar Tarlasında Çocuklar ne zamandır) hiç büyümeyen ergeni Holden Caufield konuşuyor:
“Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.”
Şimdi de Kirpinin Zarafeti’nin Alman İdeolojisi ve Husserl ve Kant ve Proust ve fenomenoloji okuru kapıcısı bilge Renée’den gelsin bir başka iyi kitapla karşılaşma deneyimi.
“Sarı erik testi, insanın elini kolunu bağlayan gerçekliğiyle çarpıcıdır. Gücünü evrensel bir saptamadan alır: İnsan meyveyi ısırarak anlar. Neyi anlar? Her şeyi. […]
Erik testi benim mutfağımda yapılır. Formika masanın üzerine meyveyi ve kitabı koyuyorum. Meyveyi kesip, kitaba girişiyorum. Birbirlerinin güçlü saldırılarına karşılıklı olarak direnirlerse, eğer sarı erik benim metinden kuşku duymamı sağlayamazsa ve metin de meyvenin tadını bozmazsa, o zaman önemli bir girişimle karşı karşıya olduğumu anlarım. Yaldızlı küçük topların olağanüstü tadı karşısında, gülünç ve beş para etmez bir halde eriyip gitmeyen pek az eser olduğunu da belirtmeliyim. Bu yüzden istisnai.”
*Bu yazıya benim iyi bir kitapla karşılaşma deneyimimi aktarmaya çalışan bir bölüm eklemek isterdim ama bir roman kahramanı olmadığım için, ontolojik bir kısadevre yaratmadan -ve yazdığımı son bir kez okuyup- potansiyel okurların potansiyel yazarlığına selam göndererek- huzurlarınızdan ayrılıyorum şimdilik.
Beliz Güçbilmez – edebiyathaber.net (15 Mart 2018)