Zafer Köse kimdir?
Zafer Köse, (1970/Bursa) 1992’de Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesinden mezun bir yazar. Cumhuriyet, Vatan, BirGün, Radikal, Sol, Yurt gazetelerinde ve internetteki Sol Kültür, İlerihaber, İnsanokur, Kitapeki, Sevdalım Hayat yayınlarında kitaplar üzerine yazdı. Ayrıca, deneme ve öyküleri Sanat Cephesi, Bavul, Maviada, Nikbinlik, Bağlaç, Edebiyat Nöbeti dergilerinde yayımlandı. Evin Yolu kitabındaki bir öyküsü “Sınır Tanımayan Kelimeler” (Words Without Borders) oluşumu için İngilizceye çevrildi. Söz İstiyorum(2006), Yıllarca(2012), Kuş Sesleriyle Direnenler(2014), Livaneli’nin Penceresinden(2019), Yolda(2020), Neydi O Gelecek Bayramlar((2020), İyiliği Düşünmek(2020), Son Ozan(2022) adlı kitaplarından sonra, Köse’nin; ilk baskısı 2009’da Siyah Beyaz Yayınları tarafından yapılan, 342 sayfalık Sarsılmak romanının ikinci baskısı İnkılâp da etiketiyle 2024’te okurla buluştu. Arka kapak yazıları da ilk baskısı için yazan Zülfü Livaneli ile Eski İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ın yazılarından alınmış.
Kısaca roman nedir, ne anlatır?
Bugünkü anlamda kanıksadığımız ve edebiyatın bir alt, belki de ana türü olan roman için sevgili Fethi Naci’nin sıklıkla dillendirdiği gibi, ‘roman, Batı’dan ithal edilmiş bir edebiyat türüdür.’ Çünkü Tanzimat’tan bu yana edebiyatımızın ve resim sanatımızın kıblesi Fransa’dır. Şimdilerde başka kıbleler edinilmiş ve bu iki alanda yelpaze geniş olsa da. Sözü uzatmadan önceleri çeviri, sonra taklit ve ardında da özgün ve kısmen özgür romanların yazıldığının altını da çizeyim. Batı romanı, burjuva toplumunun insan örneği olan bireyi anlatır. Günümüzde de modern roman dediğimiz tür de bireyin üzerinde döner. Artık bizde de birey ve toplum değişti, değişiyor… Bunun bilincinde olan Zafer Köse’nin romanın son sayfasındaki birkaç cümlelik açıklamasından anlıyoruz ki Serhan karakterini Ayhan Ermiş adındaki birinin hem kişisel hem de çevresindekilerle olan ortak hayat hikâyelerinden kotarılmış. Özellikle 12 Eylül Faşist Askeri Darbe öncesi, süreci ile sonrasındaki yerelde ve genelde yaşananlarla 19 Ağustos 1999’daki Gölcük Depremi ve sonrasında yaşananlardan kurgulamış. Bu iki ana izlek paralel verilmiş, aralara da yazar; kişisel yaşamışlıklarını serpiştirmiş. Bu açıdan baktığımızda gerçekçi roman diyebiliriz. Ayrıca, insan doğası gereği duygusal bir varlık olduğundan, yazarın metne döktüğü her şey kaçınılmaz olarak kendi geçmişinden ve duygu dünyasından da izler taşır. Bu yüzden roman gerçekliği içinde Serhan’ın işsizliği, eşiyle ve kızıyla, kız kardeşleri, enişteleri ve yeğenleriyle, hatta yakın akraba ve tanıdıklarıyla ilgili olanlar, Zafer’in kendi dünyasından Serhan’a ödünç verdiği duygular ve yaşanmışlıklardır. Bu olabilir. Çünkü yazar yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemeyeceği için, roman da tarihe ve toplumların gelişimine sıkı sıkıya bağlıdır. Sonuçta gerçek ya da kurgu olsun, yazıya aktarılmış her gerçeklik edebiyata aittir.
Sarsılmak romanı ve kimi kusurları
Sarsılmak, Beklenen Sürpriz, Başlamak, Alışmak, Umut, Kırılan Dal, Harabe başlıklı altı bölümden oluşuyor. Her bölüm kendi içinde sayılarla yedi kısma ayrılmış. Her bölümün tek sayılı kısımları 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi sürecini ve sonrasını, çift sayılı kısımlar da 12 Eylül ve sonrasını anlatıyor. Harabe’den tekrar Beklenen Sürpriz’e dönüş sarmalı kurgunun ilginç yanıdır. Sevdiğim yazarlardan olan Saramago’nun romanlarında kullandığı bir tür döngü. Bir okur olarak da buna ve anlatılanlara hiçbir itirazım yok. Birazdan sıralayacağım kusurlarına takılıp kalmasam, sadece anlatılana odaklansam hiçbir sorun yok, iyi bir roman diyeceğim. Ama on beş yıl sonra ikinci baskısı yapılan (ilk baskısını okumadığım gibi elimde olmadığından da kıyaslama olanağım yok) kitabın künyesinde editör ve son okuma yapanın adı olmasına rağmen, terzi kendi söküğünü dikemez atasözüne uygun düşen eksikler ve hatalar giderilmemiş… Sanki ilk baskı olduğu gibi tekrarlanmış. Titizlik gösterilmemiş. İşçilik yeterli olmamış. Yazar, dediğim atasözüne uygun davranmış adeta. Bu durumlarda dediğimi yineleyeyim, yazar; yazdığından, editör de yazardan, eleştirmen de bu ikisinden fazlasını bilmek zorundadır. Romandaki kusurları üç başlıkta toplayabiliriz. İlki, Anlatıcı ile Serhan’ın iç ve dış konuşmalarının birbirine karışması ve kim, kimden rol çalıyor, neden çalıyorlar belli olmaması… Anlatıcı durmadan Serhan’ın sözlerinin arasına giriyor. Bazen de Serhan anlatıcının sözlerinin arasına… Hangi söz anlatıcıya, hangisi Serhan’a ait belli değil; romanın başından sonuna kadar bu böyle. Oysa anlatıcı yazarın sözcüsüdür. Baştan sona olup biteni aktarır. Bu iki karışıklık okunmayı güçleştiriyor. Anlatıcının Serhan’dan ya da başkalarından aktardıkları italik ya da tek tırnak içinde verilebilirdi. Anlatıcı ile Serhan sözü birbirine ne zaman, nasıl ve niçin veriyor belli değil. Öykü dilini ve anlayışını beğendiğim Zafer Köse’nin bu romanındaki anlatıcı bir tuhaf velhasıl. Yolda adlı öykü kitabını okumuş ve hakkında da yazmıştım. Neydi O Gelecek Bayramlar adlı romanını da yayımlanmadan önce okuyup hatırı sayılır da katkı yapmıştım.
İkincisi, yanlış yerde kullanılan sözcükler ve noktalama işaretleri ve bozuk, maddi hata içeren cümleler, üstelik de bıkkınlık verecek düzeyde… Celal Hocam, Teksaslının, Sana yağı/ Sana Yağ, hal/haline, Serhan Dayısı, Kız Meslek Lisesi’nde, ay ışığı gibi… Onlarca böyle sözcük var. Yerinde kullanılmayan kimi sözcüklere birkaç örnek vereyim: ‘Yatağı çırpınır… Koca binanın çırpınır gibi…’ deniyor örneğin ilk sayfada. Sallanmak, sarsılmak; çırpmak ile aynı anlama gelmez. Bu yüzden çırpmaktan oluşturulan çırpınır doğru değil. Günlük yaşamda yerinde kullanılmayan sözcük ve cümlelerle sohbet akışı içinde anlarız birimizin ne demek istediğini ama yazı dilinde bu olmaz. Dünyanın her yerinde yazı dili böyle şeylerin önüne geçmek için var. ‘Trafik işaretleri dizilerek yol kesilmişti.’(sf:27) diyor anlatıcı. Trafik işaretleri ne zamandan beri yol kesmek, çevirme, asayiş ve GBT için kullanılıyor. İster GBT isterse başka bir şey için olsun yol kesme, araç durdurma ‘trafik işaretleri’ ile yapılmaz. Sizi ya güvenlik güçleri durdur ya da yönelip durmanız için uygun yerlere seyyar dubalar, bariyerler konulur. Birkaç yer hariç yazıyla yazılan tüm zamanlar (saat birde, saat üçte, saat ikide gibi) da doğru yazılmamış. Bu gün içinde pratikte anlaşılabilir ama yazıda öğleden önce mi, öğleden sonra mı anlaşılmaz. On üç mü, yirmi üç mü, on dört mü, her neyse belirtilmeliydi. ‘Bu kahveye bolca gazete alınıyor olması iyiydi.’(sf.58) Nerden baksanız elinizde kalacak bir cümle ve üstelik de bunlardan oldukça var. Bolca sözcüğü adet, sayı veya ‘birden çok, birden fazla’ yerine nasıl ve neden kullanılır, kullanılması gereken sözcükler varken. Sonra, ‘Günün bu üçüncü gazetesini okumak…’ da ne demek? Günlerin sayılı gazeteleri mi oluyor? Günlük gazeteler olur da, böyle bir şey olmaz. Küçük kitap anlamındaki broşür/kitapçık sözcüğünü aynı yerde ve cümlede kullanılması bir yere kadar anlaşılır da ‘AKUT diye birileri gelmiş,’(sf.168) demek anlaşılmaz. AKUT canlı mı ki? ‘AKUTÇULAR, Akutçu birileri gelmiş’ olur da öyle cümle olamaz. ‘Engels’in o kitabını okuyunca…’ (sf.96) diyor anlatıcı ama adını vermiyor. Okur bilici, anlatıcının dolayısıyla da yazarın genele dağılmış her yaştan okuru ya, hemen anlayacak, Engels’in devletin kökenini ve insanlık tarihinin ilk dönemlerini işlediği Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabını. ‘Silahın kabzasıyla yukarıdan aşağıya sert bir şekilde vurdu’ ve ‘Bu arada, silah sesleri de duyulmaya başlandı,’ (sf.149) denmiş. Cümlelerdeki anlam düşüklüğünü geçtim. Silah bir topluluk adıdır. Günlük yaşamda bu ad altında olan her şey için kullanılabilir ama yazı dilinde bu biçimde kullanılmaz. Çükü silah, savunmak veya saldırmak amacıyla kullanılan araçların tümünün adıdır ve asla da her silahın kabzası, dipçiği olmaz. Dediğim konularda verilebilecek örnekler çok ama yeterli görüp anlatıcıya, örtülü olarak yazara doğru gibi görünen ama hiç de doğru olmayan kimi cümlelere değinmek istiyorum. Sarsıntıyı derinlerde, yerkabuğunun içinde tarla sürmeye benzeten anlatıcı, ‘Bu işlem bittikten sonra…’ diyor. İşlem sözcüğü doğru değil, olması gereken ‘sarsıntı geçtikten, bittikten sonra…’ olmalıydı. ‘Ama uyanalı çok da uzun süre olmadı ki.’ Çok ile uzun süre birlikte olmaları gereksiz. ‘Son günlerde hep yaşadığı gibi bir ruh haline yaklaşmasına neden oluyordu,’ cümlesindeki nasıl bir ruh hâli ki? Yazar, romanındaki dünyanın ve bu dünyanın içindeki kişilerin yaratıcı Tanrısı olduğundan Serhan’ın ruhsal durumunu bilir. Okur bilemez. Okurun bilmesini istiyorsa anlatıcısına söyletir, yoksa bu biçimde bir ifadeyle geçiştirmez asla. ‘etrafındaki insanların kendisine dikkat etmediklerine emin olmak için…’ diyor. Dikkat etmediklerinden emin olunur ancak. ‘Gündelik kıyafetle, ev hanımı denen görünüş…’ ve ‘Sıradan gibi görünen ama kışkırtıcı bir şekilde giyinmişti kadın.’ Sözü edilen kadın da, iş ilanlarına baktığı gazetelerin üçüncü sayfalarında rastladığı haberde kocasını, onun patronuyla aldatan biri. Bu iki cümle arasındaki anlatım bende bir anlam, görüntü oluşturmadı maalesef. ‘Alışkın hareketlerle, artık kendisine kolay gelen sözlerle görüştü.’ ‘Fazla harcadığı aylar borcu kapayamasa da ikramiye aldığı aylar hepsini telafi ediyor…’, ‘Bu tür konularda çok kısa sözlerle, geniş ufuklar açıyordu öğrencilerin önünde…’, ‘Tür olarak insan, ellerini kullanmaya başladığı ve bu nedenle iki ayağı üzerinde yürümeye alıştığı için böyle bir canlı oldu…’, ‘Boyadığı duvarın aslında daha önce de üzerindeki yazıyı kapamak için boyandığı belliydi.’ ‘Gerçi aldığı maaş tam ödediğimiz kira kadar ama olsun, çıkan işe bağlı bir pirimi de var.’ ‘Bir adamın, doğup büyüdüğü köyde, arasında yaşadığı insanlar içinde,’ ‘içine sıkıntılar basıyordu,’ demesi gerçekten de anlaşılır gibi değil… ‘Köy kurulduktan sonra geçen yaklaşık yüz yıldır, kim bilir kaçıncı kez güneş doğmuştu Kavakdibi’nde.’ Demek istediği şu: Yaklaşık yüzyıl önce kurulan Kavakdibi’ne kim bilir Güneş kaçıncı kez doğmuştu. ‘Uyandığının farkında olunan ama rüyanın etkisini yaşamaya devam edilen o anlardaki ruh halindeydi. Sanki her günkü işine giden bir adamın alışmış adımlarıyla yürüyordu.’ ‘1994 ekonomik krizinden hemen sonra iflas etmişti Serhan. Ama üzerinden beş yıl geçti, artık kötü günler geride kalmaya başlıyordu.’ Her açıdan yanlış ve tutarsız cümle örneklerine son verip (sf. 146) ‘Kulübeye vardıklarında, etrafın kırılıp döküldüğünü gördüler,’ cümlesine değineyim. Etraf eşya mı ki kırılıp dökülsün. Gerçek anlamı dışında kullanmaya ne gerek var ki… Devamımda olan cümleyle birlikte yeniden düzenleyeyim, çünkü devamı da bir o kadar bozuk: ‘Kulübeye vardıklarında, duvarlardaki Che posterleri, kendine özgü bir karakterle yazılan Mahir adı, Nâzım’ın şiir kitapları tahrip edilmiş, masalar devrilmiş, minder ve sandalyeler de parçalanmıştı.’ Ayrıca pek çok noktalama hatası var ama özellikle virgül çok yanlış kullanılmış. Buna iki örnek vermek istiyorum. ‘Eski alışkanlıklar, çok yavaş değişirdi, köyde.’ ve ‘Kavakdibi’nde zaman, durgun akardı.’(sf. 105)
Sonuç olarak
Sonuncusu da çok yerde depremi anlatan birkaç erkeğin ama pek çok kadının adını anmaması… Nedense ne anlatıcı ne de Serhan özellikle kadınların adlarını anmıyor, ama erkekleri hiç unutmuyor adları ve davranışlarıyla… Bunu bir yere kadar yazarın dolayısıyla da anlatıcını seçimi, tasarrufu olarak görebiliriz, eyvallah ama ne hikmetse üç ay kadar evinde saklandığı Faik Amca’sının kızının ve karısının adını bilmeyen Serhan’ı anlayamayız. Serhan’ın, karısının, kızının, Nihal’in, sevgili arkadaşı Recep’in, güzel günlerin mücadelesi ve hayalinin, Recep’in katili ağabey Erol’un, Birsel ve Necla’nın hem tekil hem ailesel yaşamlarının, bunların çocukluklarının, Serhan’nın annesinin, babasının, komşularının, Faik Amcası’nın, Teşkilat Osman’ın, Metris’teki gardiyanın, yeğeni Filiz’in, Filiz’in sevgilisinin, Teksaslı’nın, Laz Teyze’nin, Sağıralinin Ahmet’in ve diğer kişilerin anlatıldığı Sarsılmak bu kusurları yüzünden sarstı beni… Ayrıca bu kişilerin hem kişisel hikâyeleri hem de ortak hikâyelerinin geçtiği zaman da uyumlu değil… Ve yazar olup biteni ne Serhan’a ne de oluşturduğu anlatıcıya yükleyemez. Roman dediğimiz şey genelde ayrıntıların uyumlu ve dengeli sentezidir. Bundan dolayı da işçilik çok önemlidir. Sözcüklerin ilk akla geleni de gerçek anlamları olur. Uygun yerde kullanmadığımız zaman ortaya bambaşka sonuçlar çıkabilir. İddiası olan her yazar okurla buluşturduğu metinden sorumludur ve olup biten kusurları da anlatıcıya havale edemez. Çünkü anlatıcı konusunda W. Kayser demiş ki; ‘anlatıcı, yazarın dönüştüğü kurmaca kişiliktir.’ Biliyorum Zafer Köse, yapıp ettiği her şeyde titizlenen biri ve yazmayı da, edebiyatı da soluyan, önemseyen bir kalem; iyi bir konuyu kusurlu bir anlatıma neden tercih etmiş diye sormalı kendisine.
edebiyathaber.net (11 Mart 2024)