Sartre, Bulantı’yı bugün yazsaydı… | Sibel Mayo

Şubat 28, 2025

Sartre, Bulantı’yı bugün yazsaydı… | Sibel Mayo

“Belki de bir gün, bir şarkı ya da kitap beni bu dünyaya bağlayabilir.”

Jean-Paul Sartre’ın Bulantı (La Nausée, 1938) romanındaki başkahraman Antoine Roquentin  söylüyor bunu. Roquentin, edebi ve felsefi açıdan önemli bir roman kahramanıdır. Varoluşçuluk felsefesini somutlaştıran en önemli karakterlerden biri olarak karşımıza çıkar. Bulantı, modern varoluşçuluğun kurucu metinlerinden biri olarak kabul edilir ve Roquentin, bu düşüncenin edebiyattaki en güçlü temsilcilerinden biridir.

Roquentin, otuzlu yaşlarında, yalnız yaşayan ve tarih üzerine araştırmalar yapan bir adamdır. Fransa’nın küçük bir kasabasında, 18. yüzyıl aristokratı Rollebon hakkında bir biyografi yazmakla meşguldür. Araştırma ve yazı çalışmalarını sürdürürken günlük de tutar.

Başlarda hayatın rutinleri içinde kaybolmuş, geçmişine ve akademik çalışmalarına tutunarak bir anlam bulmaya çalışmaktadır. Zamanla, nesnelerle ve kendi varlığıyla kurduğu ilişki değişir. Nesnelerin varlığı ona rahatsız edici, hatta mide bulandırıcı gelmeye başlar. Bir huzursuzluk içindedir; dünyanın anlamsızlığı karşısında derin bir “bulantı” hisseder. Kitap boyunca, varoluşun rastgeleliği ve anlamsızlığıyla yüzleşir.

Yaşadığı bulantı, onun dünya ile arasındaki mesafenin, tüm anlamların çöküşünün bir sonucudur. Bu his size de tanıdık geliyor mu?

Roquentin, klasik roman kahramanlarından farklı olarak büyük olaylarla ya da dramatik çatışmalarla değil, içsel bir keşif süreciyle ön plandadır. 20. yüzyılın bireysel yalnızlığını, modern insanın yaşadığı varoluşsal krizleri yansıtan bir figürdür. Bugün hâlâ birçok insanın kendini Roquentin’e yakın hissetmesi tesadüf değildir. O, Sartre’ın felsefesinin bir simgesi olmanın ötesinde, günümüz insanının anlamsızlık ve yönsüzlük karşısındaki durumunu temsil eden evrensel bir karakterdir.

Roquentin, Kafka’nın Dava‘sındaki Josef K. ve Camus ’nün Yabancı‘sındaki Meursault gibi karakterlerle aynı çizgide düşünülebilir. Onlar da dünyaya yabancılaşmış, kendilerini anlamsız bir gerçeklik içinde bulmuşlardır. Ancak Roquentin, Meursault ’ya kıyasla daha fazla içsel sorgulama yapar ve insanın kendi anlamını yaratması gerektiği fikrine ulaşır. Kafka’nın kahramanları ise genellikle varoluşsal bir çıkmazda kaybolurlar. Bu anlamda, Roquentin  kabullenişle birlikte çözüm bulan da bir karakterdir.

Bugünün dünyasında “bulantı” hissetmeyen var mı bilmiyorum. Şu ya da bu nedenle baktığımız yerde midemizi kaldırmayan neredeyse hiçbir şey yok. Dışarıda, içeride, yanı başımızda ya da uzakta. Birbiri ardına gelen görüntüler, konuşmalar, sözler, dayatılan anlamlar.

Bulantı romanında belirli bir olay örgüsü yoktur. Daha çok karakterin iç dünyasını ve varoluş hakkındaki düşüncelerini yansıtan bir anlatıdır. Roquentin, kendi geçmişine ve ilişkilerine   bakınca anlamların sadece birer yanılsama olduğunu düşünür. Kasabadaki insanlar da durmadan hikayeler uydurmakta, yaşamlarını bu rutinlerle anlamlı kılmaya çalışmaktadır.  Kütüphanede sürekli gazete okuyan yaşlı adam varoluşsal boşluğunu fark etmemek için kendini oyalamaktadır.

Roquentin, insanların evlilik, kariyer, din, milliyet gibi kavramlara bağlanarak, kendi varoluş krizlerinden kaçtığını düşünür.  Krizlerin tek çözümü bu “bulantıyı” kabul etmek ve onunla yaşamaktır. Giderek anlam arayışından vazgeçer ve dünyayı olduğu gibi kabul etmeye başlar. Öte yandan hiçbir anlamın olmadığı bir dünyada, insanın  aslında özgür olduğunu da fark eder.

Kitabın bu noktasında, Sartre’ın “Özgürlüğe mahkûmuz” fikri devreye girer ve Roquentin şu sonuca varır: “Anlamlı bir hayat yaratmak istiyorsam, bunu kendim yapmak zorundayım. Dış dünyadan anlam beklemek bir yanılgıdır. Dünya anlamsızdır ama bu kötü bir şey değildir. Çünkü bu bana kendi anlamlarımı yaratabilmek için tam özgürlüğü verir.”

Romanın sonunda Roquentin, kasabadan ayrılmaya karar verir. Büyük bir aydınlanma yaşamış gibi görünse de, tam olarak mutlu değildir; ancak gerçekliği kabul etmiştir. Anlam yaratma peşinde adımlar atmaya hazırdır.

Bulantı, yayımlandığı 1938 yılından bu yana felsefi romanlar içinde büyük bir yer edinmiştir. Bugün bile modern bireyin yaşadığı varoluşsal sıkıntılara dair en güçlü edebi yansımalardan biri olarak okunmaktadır.

Sartre, 21. yüzyılın dünyasını incelese büyük ihtimalle varoluşçuluğunu güncelleyerek yeni kavramlar ortaya atardı. Onun hâlâ güncelliğini koruyan ünlü sözünü bilirsiniz:  “Cehennem başkalarıdır.” O başkalarından kurtulabilmek,  ancak kendi varlığını başkalarının gözünden görmeyi bırakmak, sahte kimliklerden sıyrılmakla mümkün olabilir.

 Algoritmaların sunduğu suni anlamları içselleştirip kendimizi Sisifos ’un kaderinden daha absürt bir döngüye sokmuş durumdayız. Her sabah telefonlarımızı açıyoruz, sonsuz bir akışa göz gezdiriyoruz, bir şeyler paylaşıyoruz, ama günün sonunda gerçekten ne elde ettiğimizi bilmiyoruz. Dijital çağda, anlam inşası eskisinden bile daha karmaşık. Sonsuz bilgi içinde kaybolmuş durumdayız. Artık hiçbir şey uzun süre anlamını koruyamıyor. Günümüz insanı, Sartre’ın kahramanı gibi “bulantıyı” fiziksel olarak deneyimlemiyor belki ama sürekli bir dikkat dağınıklığı içinde anlamını yitiriyor. Her şey anlık heveslere indirgenmiş durumda.

Roquentin, sorgulamalarının bir noktasında sanatın ve edebiyatın ona bir çıkış noktası sunabileceğini düşünür. Peki sanat sahiden de tutunabileceğin bir dal olabilir mi? Edebiyat ve müzik, insanı hiçlik duygusundan kurtarabilir mi? İnsanı dünyaya bağlayabilir mi, yoksa bu da bir yanılsama mı?

İnsanın en büyük trajedisi başkaldırmaktan vazgeçtiği anda başlar. Sanatçı, dünyayı olduğu gibi kabul etmek yerine, onu yeniden yorumlayarak başka bir gerçeklik sunar, gösterileni kabul etmez, “başka” yönlerden bakabilmeyi öğretir fark ettirmeden. Didaktik olmadan, sıkmadan…Böyle bakınca en yaratıcı ve kalıcı başkaldırı biçimlerinden biri olduğunu söylemek mümkün.

Artık dağılan dikkatimizi geri alıp ötekinin gözünden var olmaktan vazgeçmek, gerçek seçimleri yapmaya başlamak gerekmiyor mu? Yol, dayatılan gündemi değil, kendi gerçekliğimizi takip ettiğimizde açılacak. Gerçek anlam izleyerek ve sadece tüketerek değil, üretmek, katılmak ve değiştirmekle mümkün. Böyle hareketler de yok değil. Örneğin, 1968 den beri dünyada görülen en büyük öğrenci hareketi,  Sırbistan’da yaşanıyor şimdilerde. Elbette o zamanların tavrından büyük farklılıkları var. Uzlaşma yok ama şiddet de yok. “Buradayız” diyor gençler. “İşinizi yapmanız için nöbetteyiz.”

İçinde o bulantıyı hisseden her birimizin yapacağı şeyler var, yazarak, çizerek, ayakta durarak.

Kaybettiğimiz anlamı yeniden yaratmak zorundayız. Tek tek ve hep birlikte.

edebiyathaber.net (28 Şubat 2025)

Yorum yapın