Biri dâhi bir filozof, öteki büyük bir romancı. Kimden mi bahsediyoruz? Tabii ki Sartre ve Camus’den. Ortak özellikleri ne derseniz: Çapkınlıkları. Peki araları neden bozuldu…
Andy Martin, The Boxer and the Goalkeeper adlı kitabında 20’inci yüzyıl düşün dünyasının seyrini değiştiren Sartre ve Camus’nün yoldaşlıklarını ve yollarını ayırma sürecini inceliyor. Martin, Telegraph gazetesinde yayımlanan yazısında iki iflah olmaz çapkının Wanda Kozakiewicz’i elde etmek için yaşadıkları çekişmeyi anlattı. Martin’in gözünde Sartre, cinsel ezikliklerini kapamak için felsefeye bel bağlayan biri, Camus ise tam anlamıyla bir zampara. Buyurun Andy Martin’den dinleyelim…
Varoluşçu felsefenin önde gelen ismi Jean Paul Sartre’ın büyük bir kusuru vardı: Notre Dame Katedrali’nin dış cephesinde salınan şeylere benziyordu. Sartre ikide bir Don Juan olduğunu söyleyip durmasaydı büyük bir kusur sayılmazdı bu elbette. Felsefesi, çirkin olsanız bile gözünüze kestirdiğiniz insanı nasıl tavlayabileceğinizi açıklıyordu. Ne ki, talihi de kötü gidince Albert Camus’yle yolları kesişti; bir başka filozof, bir başka hovarda, ama- en önemlisi- ondan katbekat yakışıklı bir adam…
Sen bu tipe hiç alıcı gözüyle…
Camus, Fransız filozoflar arasında film starı gibi kalıyordu. Vogue’un fotoğraflarını sayfalarına taşımak istediği, hiçbir zaman elini taşın altına sokmak zorunda kalmamış bir adamdı. Hâlbuki Sartre’ın eli taşın altından çıkmıyordu hiç. Bir gün dışarıda iki kadeh atarken Camus, arkasına yaslanmış “Ne diye bu kadar güç bela uğraşıyorsun” dedi. Sartre’ın cevabı ise netti: “Sen bu tipe hiç alıcı gözüyle baktın mı?” İkisinin yolları ayrıldığında kuşkusuz kadın meselesiyle sınırlandırılamayacak anlaşmazlıklar vardı aralarında. Ama bu ayrılığın önemli nedenlerinden biri de bir kadındı. Wanda. II. Dünya Savaşı’nın orta yerinde, Sartre ve Camus kendi dünya savaşlarını yaşıyorlardı. Sartre’ın Wanda’yla ilişkisi savaş yıllarının çok öncesine, diğer deyişle Camus öncesi devre kadar uzanıyordu. Sartre, yıllardır Simone de Beauvor’ın öğrencilerinden Wanda’nın ablası Olga Kosakiewicz’e kafayı takmıştı.
De Beauvoir evvela Olga’nın kanına girdi, sonra da kadını Sartre’ın kollarına bırakmak istedi. Gelgelelim Olga pek oralı olmadı. Böylece Sartre’ın Kosakiewicz kadınlarına olan tutkusu başlamış oldu. Olga oyunlarına girdi, romanlarına girdi. Ama onu yatak odasından içeri sokmayı bir türlü beceremedi Sartre. Olga Sartre’ı reddetti, ama açık kapı bırakmayı da ihmal etmedi. Olga, Sartre’ın ulaşılmaz arzu nesnesiydi.
Derken 1937’de Olga’nın kardeşi Wanda Paris’e geldiğinde ayartma radarını ona çevirdi Sartre. Bu, bir bakıma varoluşçu özgürlüğün sınanması olarak da kabul edilebilirdi: Tembel gözlü, soluk benizli, kelleşen, hijyenden habersiz, pipocu bir adam bütün bu zorlukların üstesinden gelebilir miydi? Wanda’yı elde ederse herkesin her şeyi yapabileceği özgür dönem de başlamış olacaktı. En azından teoride. Zira pratikte Wanda’yla ilişkisi bir hayli çalkantılıydı. Wanda’ya “akli melekelerinin yusufçuk kuşundan farksız” olduğunu söyledi. Wanda umursamadı bile; o sanatçıydı, filozof değil. Wanda şehveti tatmadığını söylediğinde Sartre onu “eğitmeye” can attı. Ne ki, ilk denemesinde Wanda soluğu banyoda aldı ve istifra etmeye başladı.
Wanda Sartre’dan hayata dair bir şeyler öğrenebilmeyi umuyordu. İki yıllık çabanın sonunda Fransa’nın güneyinde bir otelde birlikte olduklarında Wanda sözünü sakınmadan Sartre’dan nefret ettiğini söyledi.
Nereden mi biliyoruz
Çünkü Sartre vakit kaybetmeden her şeyi De Beauvoir’a mektupla yazdı. Wanda’ya ona âşık olduğunu söylerken, De Beauvoir’a numara yaptığını söylüyordu. Ne ki, Wanda’nın elinden kayıp gittiğine aydığında zıvanadan çıktı ve sırf onu memnun etmek için hayatındaki diğer kadınlara sadistik mektuplar yazdı. Bundan sonra başkalarıyla yatıp kalkmayacaktı. “Senin için dünyanın altını üstüne getiririm” diyerek De Beauvoir’ı da bir kenara bırakacağı taahhüdünü verdi. Wanda hastalandığında evlenme teklif etti, ama De Beauvoir’a teklifinin “salt sembolik” olduğunu yazacaktı.
Paris’te Sinekler oyununda küçük bir rol verdi Wanda’ya, ertesi yıl Wanda Gizli Oturum oyunundan teklif aldı. Her şey tam da o anda tersine gitmeye başladı. Camus yüzünden. Hem de Sartre’ın burnunun dibinde. Sartre onları aynı odaya tıkmış, cinselliği doya doya yaşamanın faydalarından bahsettiriyordu. Zira, o büyük romanı yazmadan önce bile “yabancı” olan Camus, Cezayir’de yönettiği oyunları hasbelkader Sartre’a anlatırken beklenmedik bir teklifle karşılaştı. Sartre Gizli Oturum oyununu onun yönetmesini istiyordu.
Sartre eski dostu Camus’yü hiç affetmedi
Camus özenli entelektüel ön sevişmelere yer bırakmıyordu. Wanda yıldırım aşkı yaşıyordu, Camus’nün de Sartre’a eziyet etmekten hoşlandığını düşünsek abartmış olmayız. Camus, semtin yabancısıydı ve Sartre’ın etrafında pervane gibi dolaşan eleştirmen, yayıncı ve filozof güruhuyla karşılaşmak durumundaydı; ama yine de buz yeşili gözleri ve avare duruşuyla eski ustasının sevgilisini kapmıştı. Wanda bir koltukta iki filozofu taşıyordu artık. Çok geçmeden karaya vuran bir başka aktris Maria Casares, Camus’nün gözüne çarptı ve Camus limandan demir aldı. Statüko yeniden sağlanmıştı. Fakat Sartre, Camus’yü asla affetmedi. 1950’li yıllarda politik, felsefi ve kişisel sebeplerle yollarını ayırmışlardı. Ama 1944’de De Beauvoir’a yazdığı mektupta “Wanda ne yaptığını sanıyordu Camus’nün peşinden koşarak? Onda ne buluyordu ki? Ben ondan daha iyi değil miyim? Hem Wanda’ya karşı çok daha naziğim. Bir kendine çekidüzen verse iyi olacak” demişti zaten.
Kaynak: Taraf (11 Haziran 2012)