Şunu unutmamak gerekir ki eleştirmenlerin çoğu pek talihli olmayan ve tam umutsuzluğa düşecekleri anda küçük bir mezarlık bekçiliği bulmuş kimselerdir. Mezarlıkların ne sakin yer olduğunu Tanrı bilir; bunun en sevimli örneği de kitaplıklardır. Ölüler oradadır; bu ölüler yazmaktan başka bir iş yapmamıştır, uzun süredir yaşama günahından da kurtulmuşlardır ve zaten yaşamlarını ancak başka ölülerin onlar üzerine yazdığı kitaplardan tanımaktayızdır.
Rimbaud ölmüştür; Paterne Berrichon ve İsabelle Rimbaud da ölmüştür; can sıkıcı kişiler yok olmuştur, ölü küllerinin saklandığı mahzendeki küçük kutular gibi, duvarlar boyunca, raflar üzerine yerleştirilmiş küçük tabutlar kalmıştır geriye. Eleştirmenin yaşayışı iyi değildir, karısı ona gerektiği gibi değer vermemektedir, oğulları nankör, ay sonları sıkıntılıdır. Ama evdeki kitaplığa girmek, raftan bir kitap alıp açmak her zaman mümkündür. Kitaptan hafif bir mahzen kokusu çıkmaktadır ve eleştirmenin okuma adını vermeye kararlı olduğu garip bir işlem başlar. Bir bakıma, bu bir kendine mal etmedir: yeniden canlanabilmeleri için bedeninizi ölülere ödünç verirsiniz.
Bir bakıma da, öteki dünyayla değinme durumuna (temasa) geçmektir. Gerçekten de kitap “ne bir nesne, ne bir edim ve hatta, ne de bir düşünce”dir; bir ölü tarafından ölü şeyler üstüne yazılmış bir şeydir ve şu dünyada artık hiçbir yeri yoktur, bizi doğrudan doğruya ilgilendiren hiçbir şeyden söz etmemektedir; kendi haline bırakılınca çöker, yıkılır, geriye küflü yapraklar üzerindeki mürekkep lekelerinden başka bir şey kalmaz ve eleştirmen bu lekeleri canlandırdığı, onları harf ve sözcük haline getirdiği zaman, bu harf ve sözcükler ona duymadığı tutkulardan, nedense öfkelerden, ölüp gitmiş korku ve umutlardan söz ederler. Çevresindeki dünya bütün canlılığını yitirmiş bir dünyadır, burada insanî duygulanımlar, artık kendisini etkilemediği için, örnek insanî duygulanımlar biçimini almış, yani kısacası, birer değer olmuştur. Böylece eleştirmen, günlük sıkıntılarının gerçeği ve varoluş nedeni gibi duran, akılla kavranabilir bir dünyaya girdiğine inandırmaktadır kendini.
(…) Eleştirmenlerimiz, yüzlerini bu dünyadan öteye çevirmiş kişilerdir: yiyip içmenin dışında, gerçek dünyayla somut bir ilişkileri bulunsun istemezler ve her şeye rağmen insanlarla bir arada yaşamak gerektiğinden, bunun merhum kişilerle olmasına karar vermişlerdir. Ancak işi bitmiş sorunlarla, kapanmış tartışmalarla, sonu belli hikâyelerle ilgilenirler. Hiçbir zaman belirsiz bir sonuç üzerinde konuşmazlar ve tarih onların yerine karara vardığı, okudukları yazarları korkutan ya da öfkelendiren sorunlar ortadan kalktığı, iki yüzyıl öteden bakılınca kanlı tartışmaların boşluğu açıkça görüldüğü için, çeşitli dönemlerin birbirini izleyişine bakıp zevklenebilirler ve her şeyi, sanki edebiyat uçsuz bucaksız bir tekrarlamaymış, her nesir yazarı hiçbir şey söylemeden konuşmanın yeni bir biçimini bulmuş gibi ele alırlar.
Eleştirmen, yalnız gönlümüzü kazanmak için çırpınır ve bütün yapabildiği tedirgin etmektir; soylu, bir hastalığın yiyip bitirdiği bir ruhtan, içinde inci taşıyan bir istiridyeden başka bir şey değildir artık. “Lettre sur les Spectacles” (Sahne Sanatları Üzerine Mektup) bugün hiç kimseyi tiyatroya gitmekten alıkoymuyor, ama Rousseau’nun dram sanatından nefret etmiş olmasını acı buluyoruz. Eğer ruh çözümlemesine azıcık meraklıysak keyfimize diyecek yoktur; “Contrat Social”i (Toplum Sözleşmesi) Oedipe karmaşasıyla, “Esprit des Lois”yı da (Yasaların Ruhu) aşağılık duygusuyla açıklarız; yani yaşayan köpeklerin ölü arslanlara üstün oluşunun tadını iyice çıkarırız.
(…) Ama mademki bize göre her yazı bir girişimdir; mademki yazarlar ölmeden önce canlı birer varlıktırlar; kitaplarında haklı olmaya çalışmak gereklidir ve ileriki yüzyıllar bizi haksız çıkarsa bile, bunun daha şimdiden kendimizi haksız bulmaya yetmeyeceğine inanıyoruz; mademki biz yazarın, kusurlarını, mutsuzluklarını ve zayıf yanlarını öne alarak çirkin bir edilgenlik biçiminde değil de, kararlı bir istem ve bir seçme biçiminde, her birimizi oluşturan şu eksiksiz yaşama girişimi halinde kendisini eserlerine koyması, bağlaması gerektiğine inanıyoruz, o zaman sorunu ta başından tekrar ele almak ve kendi kendimize “Neden yazıyoruz?” diye sormak yerinde olur.
Kaynak: Edebiyat Nedir?, Jean Paul Sartre
1 Mart 2013