Savaş kötüdür. Savaş dünyanın başına gelebilecek en kötü şeydir. İnsan hayatı, hayvanlar ve doğa bu yıkım çemberinin kurbanı olmaktan kaçamazlar. Mızraklar, oklar, kılıçlar, barut, tüfek, tabanca, tank, top, uçak, denizaltılar yıllar boyunca hep aynı amaçlara hizmet edip durmuş: yok etmek! Ne pahasına olduğu gözden ısrarla kaçırılmış olsa da savaşın hep tek bir ereği olmuş. Savaşın kendisi başlı başına bir dünya olagelmiş. Savaşın nüfuz etmediği tek bir alan yok hayatımızda bu yüzden. Buna edebiyat da dahil.
Altar Kaplan savaş mevhumunu çok iyi etüt etmiş yazarlardan biri. Kendisi gelir uzmanı ama belli ki ekonominin savaşla, ya da tam tersi, savaşın ekonomiyle ilişkisini gayet iyi anlatıyor. İki Nehir Arası, yazarın yayımlanan dördüncü kitabı, Alfa Edebiyat etiketiyle basıldı. Yazarın ayrıca görsel sanatlarda enstalasyon, dijital ve fotoğraf gibi dallara ilgisi de dikkat çekici.
Hikâye İkinci Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde başlıyor. Kırklı yaşlarının başında bir kimyager olan Erwin Hoffmann, Frankfurt’ta karısı ve kızıyla yaşadığı huzurlu hayattan, eline posta yoluyla ulaşan askeri celp emriyle kopuyor. Birinci Dünya Savaşı’nda da görev almış bu kıdemli asker, kendisini Batı Cephesi’nde seçkin bir tahkimat birliğinde buluyor. Eşi ve dokuz yaşındaki kızı Lotte’ye olan sevgisi, özlemi, sadakati ve savaşın acımasız doğasını aktardığı günlük notlarını okuyoruz. Eşi Klara, Erwin’in yolunu gözlerken bir taraftan eşine ulaşmasını umduğu mektupları yollamaya, diğer taraftan da hayatta kalma mücadelesini not ettiği ve asla gönderemeyeceğini bildiği için sakladığı mektupları kaleme alıyor. Eşi sağ salim dönebilirse ona okutabilmek umuduyla gerçekleri kayıt altına alıyor. Bir tarafta dünyayı fethetmeye gönderilen sevgi dolu bir eş, diğer tarafta anayurdunda savaşın sebep olduğu değişime kızıyla birlikte göğüs geren gururlu ve vicdanlı bir anne var.
Yazar Kaplan 1939-1945 yılları arasında dünyayı kasıp kavuran savaşa şaşırtıcı derecede yakından bakabilmiş. Dönemin savaş mekanizmasını, coğrafyasını, terminolojisini ve okumadan asla bilemeyeceğimiz türlü detayı büyük bir maharetle hikâyesine aksettirmiş. Dönemin koşullarını yaratan sebep ve sonuç ilişkilerini tekrar tekrar hatırlatan ve hikâyeyi ana bağlamından, yani savaşın ayırdığı sevdalılardan hiç koparmayan yazar hikâye ilerlerken okuyucuyu gafil avlıyor. Çünkü Nazi ordusunda savaşan bir askerle empati kurmamızı talep ediyor. Bu, belki de bu kitabı okurken karşılaşacağınız en büyük zorluk. Bir diğeri ise aynı anda sıkı bir Sovyet komünizmi eleştirisi yapması. Gel gelelim bu eleştiriyi daha fazla eşelemek bizi tehlikeli bir mayın tarlasına sokabilir!
Batı Cephesi’nde Fransa işgal edildikten sonra gelen bir emirle Doğu’ya, önce Ukrayna topraklarına gönderilen 274’ücü Öncü İstihkam Bölüğü ile açlık ve sefaletin kollarına bırakılan Erwin Hoffmann, eşi ve kızına yazmaktan hiç bıkmıyor. Bunu daha çok günlüğüne yazdığı notlardan ve çizdiği resimlerden anlıyoruz. Hayatta kalma mücadelesinde kendisine güç veren ve hayata tutunmasını sağlayan en büyük motivasyon kaynağı bir gün onlara geri dönebilme umudu. Günler ve haftalar boyunca bombalardan ve mayınlardan kurtulup ilerlemeye çalışan bölük sayısız kere ölümle yüz yüze geliyor ama Erwin bizi o lanet olası savaşın içinde bile insanlığın ölmeden ayakta kalabileceğine inandırmaya çalışıyor.
Geri planda eşi Klara’nın göndermediği mektuplardan savaşın Almanya topraklarını bombalarla yıkıp açlıkla terbiye etmeye başladığını ve çok kısa bir sürede halkı büyük bir çaresizliğe mahkûm ettiğini görüyoruz. Bu mektupları yollayamaz, çünkü cephede savaşan askerin morali çok önemlidir. Yollasa bile bu türden mektuplar askerlerin eline geçemez. O mektupları yazıp gönderen bu işten yakasını kurtaramaz. Klara yıllar boyu süren bu savaşta eşine gönderdiği mektupların onun eline geçip geçmediğinden pek emin olamıyor. Ne zaman ki eşinden aylar önce yollanmış bir kart alıyor, o zaman yeni bir mektup yazıp gönderebiliyor. Bu arada savaş esnasında posta hizmetinin ne çok manası olabileceğini öğreniyoruz.
Erwin ile eş zamanlı olarak onunla aynı birlikte savaşan sıhhiyeci, eski tıp öğrencisi Audrick’i de anlatmak gerek. Nev’i şahsına münhasır kişiliği ve hemen her türlü olaya getirdiği benzersiz yorumlarıyla cephedeki yaşamın Erwin için daha da çekilmez bir hâl olmasını önlüyor. Aralarındaki sıkı dostluk, savaş korkunç bir hâl aldıkça ikisi için de giderek önem kazanıyor. Audrick’in tıp alanındaki gelişiminin pek çok hayat kurtardığını, bu hayatlardan birinin de kahramanımız Erwin’in hayatı olduğunu da not düşelim. Audrick hem keyifli bir karakter hem de kendince epey bilge sayılabilecek bir şahsiyet. Sakladığı sır ise yıllar süren savaş boyunca kendisine yollanmış tek mektupta gizli. Annesinden gelen bu mektupla anlıyoruz ki herkesin ruhunda delikler açan karanlık ve ızdırap dolu bir geçmişi olabilir. Bu insanlardan biri de Audrick.
Yakın tarihte cereyan etmiş ve insanlık tarihinde en büyük utançlardan biri olan İkinci Dünya Savaşı’na gerçeğe çok yakın olduğunu hissettiren bir kurguyla bakabilen yazar, bir dolu gerçeği yüzümüze vuruyor. Toplumların savaşla olan ilişkilerinde her zaman sadece kurban olmadıklarını, aynı zamanda savaşa hem hevesli hem destek hem de gerekçe olabileceklerini hatırlatıyor. Almanlar kahverengi gömleklilerin güçlendikçe ülkeyi devasa bir felakete sürükleyebileceklerini biliyorlardı. Bunun olmasını bekleyenler de bunu isteyenler de az değildi. Aynı toplumun taban tabana zıt kutbunda pozisyon alıp farklı gerekçelerle bu oluşu seyrederek, destek olarak kendilerine düşen payı kucaklamışlardı. Yazarın altını kalınca çizerek işaret ettiği bir ironi de Alman toplumunun -bu defa topyekün olarak- savaşın en büyük kurbanlarından biri olması. Başta Almanya olmak üzere dünyanı her yerindeki Yahudilerin bu savaşın asıl kurbanı olduklarını biliyorduk. Almanya’nın kendi çocuklarını bir kibir ve ihtiras için nasıl kurban verdiği hakkında daha az düşünmüştük. Bu kitap işte bu boşluğu dolduruyor.
Kitapta anlatılan savaşın uzak olmayan bir tarihte olduğunu tekrar ederek bir diğer soruyu da ‘toplumların hafızalarına ne kadar güven duyulur’ şeklinde sormak mümkün. Savaş retoriği ve liderlerin arkasına dizilmiş ‘çıkarcı kalabalıkların’ bıkmadan usanmadan birbirlerinin tekrarından öteye gidememelerini, aynı hatlara düşmekteki aptalca ısrarlarını dünyamızın geleceği adına, çocuklarımızın yaşanabilir bir dünyayı herkese yetecek kaynaklarla kurabilmeleri ülküsü adına, hiç unutmamak gerekir. Hepimizin bildiği gibi savaş, korkunç gaddarlıkların bir taraftan kaynakları sömürmesi ve diğer taraftan da her türlü kaynak ve potansiyeli heba etmesinin tarihidir. Savaşlar esnasında yok edilen ormanların tutulan kaydı, Darius’un ve oğlu Kserkses’in Anadolu’yu arka bahçeleri olarak kullandıkları Helen Seferi’ne, belki daha da eskilere kadar gider. Düşman barınmasın diye orman yakmak günümüzde bile geçerliliği olan yöntemlerden biri. Varın siz bunlara bir de kasıtlı olarak zehirlenen, kirletilen suları, kimyasal silahlarla yok edilen bereketli tarım arazilerini ve günümüzün süper silahları sayılan biyolojik silahları da ekleyiverin. Yaşadığımız dünyayı yok ederek sadece düşmanı değil, kesin bir biçimde gelecek nesilleri de savaşa kurban ediyoruz.
Yazar keskin zekasının kitabın sonunda bizlere bir sürpriz daha yapıyor ve okurunu son bir kez sarsıp en baştan düşünmeye mecbur bırakıyor. Ne de olsa burası kocaman bir savaş alanı. 40 milyondan fazla insanın hayatına, çok daha fazlasının iktisadi ve kültürel olarak nesiller boyunca boyunduruk altına alınmasına dikkat çekecek önemli bir öğe daha ekliyor öyküsüne. Tarihin tekerrür ettiğini düşünenler için tehlikenin yine ve yeniden yanıbaşımızda beklediğine dair pek çok uyarıyı içeren bu kitap, muhakkak ki gördüklerimiz ve hissettiklerimiz ile gerçekte yaşananların hiçbirinin yalın ya da berrak bir anlatıma kavuşmayacağını ima ediyor. Kimler haklıydı, kimler başına gelen bu felaketi hak etmişti? Cevabını tarih boyunca net olarak verebileceğimiz sorular değil bunlar. Bu gerçek tepemizde asılı durduğu sürece tehlike hiçbir zaman sonsuza dek yok olmuş sayılamaz. Radikal değişimlere de vesile olan savaş yaşanmadan, hemen ve şimdi daha radikal adımlar atılması gerektiğini hatırlatıyor yazar. Edebiyat bu uğurda bir fırsat sunabilir, bir vesile olabilir diyenlerdenseniz Altar Kaplan sizi yüz üstü bırakmayacak bir romanla üzerine düşen görevi yerine getirmiş olabilir.
Adalet Çavdar- edebiyathaber.net (25 Ekim 2019)