Macar yazar Tibor Déry’nin 1968’te yayımlanan kitabı Dev, Ülkü Tamer’in çevirisiyle Ketebe Yayınları tarafından yayımlandı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Macar Komünist Partisi’ne katılan, siyasi görüşü sebebiyle birkaç kez tutuklanan, çıktıktan sonra da rejimin baskısına maruz kalan Déry, Dev’de politik atmosferin insanlar üzerindeki etkisini inceliyor. Yoksulluğun, yok sayılmanın belli bir kesime mübah görüldüğü yerlerde hem bu yoksunlukların insanda açtığı boşluğu anlatıyor hem de sorumluların suçlarını dile getiriyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki süreci anlatan öyküler, açlığı ve çaresizliği temel alarak masumiyetin, vicdanın, aşkın, bir arada olmanın kıymetini vurguluyor.
“Bir boğayı yıkacak kadar güçlü, bir anıyla yıkılacak kadar güçsüz” Dev
Kitabın ilk öyküsü “Dev”in başkarakteri Dev -Istvan Kovacs-, çamurların içine gömülü, bir parça ekmeğin kıymetinin ölçülemediği, karnavalı andırsa da pek eğlenilmeyen bir şehirde yaşar. İriyarı, insanların gördüğünde ürktüğü bir adamdır Dev, ama cüssesinden azade düşünüldüğünde naif, sevmeyi bilen, vicdan sahibi, yalnızlıktan korkan biridir. Bir gün Juli ile tanışan Dev için dünya değişir; artık yanında ondan korkmayan, onu anlayan, ötekileştirmeyen biri vardır. Fakat dünyanın çok da masum olmadığı, yoksulluğun biçare insanları yoldan çevirebileceği gerçeği de günbegün ortadadır. Yazar da haliyle kusursuz olmayan bu yerde, ülkeyi yönetenlerin insanları ne hale getirdiğini söyleyecektir. Bunu yapmak için Juli’yi kullanır; kadın zamanla eve ekmek, gaz getiremeyen Dev’den uzaklaşmaya, onu doyuracağını inandığı başka birine yanaşmaya başlar. Çünkü “Istvan Kovacs’la Juli açlık çekiyorlardı. Köylerden gelen yiyecekler parayla satılmıyor, ya altınla ya da kumaşla değiştokuş ediliyordu. İncecik elbisesinden başka bir tek bluzu vardı Juli’nin, Kovacs’ın da bir pantolonla paçavrası çıkmış iki gömlekten başka bir şeyi yoktu. Bir dilim salam edinmek için olsa olsa gençliklerine başvurabilirlerdi. Haftalıkları ekmek, bazen de bir lahana almaya ancak yetiyordu. Başka bir kazanç yolu bulmak zorundaydılar.”
Kovacs, yani Dev, bunu yapamaz, başka bir yol bulamaz ama Juli, Dev’in bekçisi olduğu odunluktan odun çalarak kendisiyle evlenmek isteyen adamın gönderdiği yiyecekleri, aracı kadınla takas eder. Masumiyetini kaybeden ve zamanla buna alışan Juli karşısında açlık, galebe çalar ve kadın gider. Öyküde, iyilerin ve kötülerin “Tanrı’nın kuzusunu elde etme” savaşında birbirlerini öldürdükleri yerde insan önce masumiyetini kaybeder. Bu kaybediş beraberinde hırsızlığı, kandırmayı, açgözlülüğü getirir. Yazar, öykü boyunca insanları karşı karşıya getirirken kimseyi yargılamadan, taraf tutmadan açlığın ne menem bir dert olduğunu anlatır. Üstelik bu sorunun, on yıllar geçmiş olmasına rağmen hâlâ orada durması, okur olarak gerçeğin ne olduğunu tekrar tekrar sorgulamamıza yol açar.
“Bana alışabilecek misin?”
İkinci öykü “Aşk”ta tekrar edip durur bu soru: “Bana alışabilecek misin?” Yedi yılın sonunda cezaevinden çıkan B., hastalıklı bir tenle, özgür olduğuna henüz inanmayarak evine gider. Bu sürede karısını, oğlunu göremediği ve onlara kavuşacağı için heyecanlı ama gergindir, çünkü hiçbir şeyin bıraktığı gibi olmadığını bilir. Bunun en çarpıcı sahnesi, oğlunu tanımamasıdır. “Oğlum hangisi?” dedikçe birilerinin üzerinde tepindiği hayatların nasıl da darmadağın olduğu görülür. “Çok yaşlanmış mıyım? Beni seviyor musun?” diye sorduğunda B. karısına, politik atmosferin küçük insanın küçük hayatına tesiri okunur. Oğlunun kendisine yabancı olduğunu hisseden, bilen B., bunu aşmanın yollarını bilememekten mustariptir. Üstelik değişen çehresiyle, sayılan kaburgalarıyla, yürütmeyen bacaklarıyla, söz söyleyemeyen diliyle karısının da kendisine alışıp alışamayacağını bilemez. Kendine güven ortamı sağlamaya çalışırken geçmişi; yalnızlığı, umarsızlığı dibinde biter. Savaş sonrasının bu “sıradan” görünen dramı, Déry’nin sade üslûbuyla daha sarih görünür; hiçbir şey bitmemiştir ve insanlık açtır.
“Yoksul olduğu için çalmıştır!”
Son öykü “Tuğla Duvar Arasında”, yirmi yıldır aynı fabrikada çalışan Bodi’nin vicdan muhasebesinin öyküsüdür. Yine savaş sonrasıdır ve “kapıdan öylesine kurum, öylesine toz” giren ve “kömür karası” olan suratlarla çalışan insanlar, yaşadıkları yerde doyamamaktadır. Parça başına doksan saniye çalıştıkları, masrafların yüksekliğinin onların omuzlarına yıkıldığı, açlığın suçlusunun da gösterildiği işçiler, geçinemedikleri için çalıştıkları yerde küçük hırsızlıklar yaparlar. Yazar, öyküde bu hırsızlıkları bir ahlaki problem olarak görmez, aksine işçiye hak verir taraftadır. “Başının üstündeki fabrika hoparlörlerinden mutlu marş sesleri” gelen fabrikada her şeyin normalmiş gibi göründüğü, işçilerin yetinmedikleri için suçlu oldukları yerde başka nasıl düşünülebilirdi ki?
Bir gün kösele çalan iki işçi tutuklanır; kırk yaşlarında bir tornacıyla ambarda çalışan ihtiyar bir adamdır bunlar. Parti yönetim kurulu ana atölyede bir toplantıya çağırır işçileri; atölyenin ortasındaki kocaman masada, etrafında üç yüz-dört yüz kişiyle âdeta yargılanırlar. Toplantı sonrası ihtiyar adam intihar eder ve öykü, parti disiplin kurulu üyesi olan Bodi’nin vicdan muhasebesine yenik düşüşünü anlatarak devam eder. Bodi, istemeden de olsa parti tarafında kalmıştır. Bunun işçilere yaptığı bir haksızlık olduğunu hisseder fakat yine de partiye olan bağlılığı ağır basar; bunu açıkça dile getiremese de böyledir. Eve gittiğinde karısının onu sorguya çeker gibi neler dediğini ısrarla sorması, işçiler aleyhine konuşmamış olmasını umması, Bodi’nin neden arafta kaldığının da açıklaması gibidir; herkes her şeyin farkındadır yani. Yine karısının, “Tanrı cezalandıracak bizi […] Yoksul olduğu için çalmıştır,” demesi, dünyanın işçilerin lehine dönmediğinin kanıtıdır ve zaten bu sebeple Bodi gibi insanlar onların yanında yer almalıdır. Ama Bodi, “Devletin malını çalanların namuslu işçiler arasında yeri yoktur,” demiştir yargılama sırasında. Namuslu işçiler kimlerdir, hırsızlık neden yapılmıştır sorularını tekrar sorduran bir çıkarımdır bu. Kantarın topuzunun belli bir zümreye ait hâkimin elinde olduğu yerde sonuç üzerine konuşmak kolaydır. Öykünün sonunda Bodi, çok sevdiği ekmekten yememeye, ilaçlarını içmemeye başlar; vicdan azabından ötürü kendine zarar vermek ister gibidir. Peki bu, affetmeye yeter midir?
Dev, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yoksulluğun, mahrumiyetin insanda açtığı gedikleri, propagandavari dilden uzak, sakin üslûbuyla olabildiğince vurucu anlatıyor. Ve fark ediyoruz ki sorulan sorular hep taze, hep cevapsız.
edebiyathaber.net (17 Haziran 2023)