Savaşla ilgili şimdiye değin yazılanlar tümüyle yok edilse ne olur? Savaşın hafızası silinir mi? Düşmanlık, ırkçılık, kin, korku, dehşet… hiç olmamış, hiç yaşanmamış bir şey olarak varsayılsa, başını alıp çok uzak diyarlara gider mi? Çocuksu düşler bunlar elbette. Savaşı yazıldığı gibi okuduğumuzda başlıyor sorun. İnsanlık var olduğundan beri savaşın da var olduğunu kanıtlamaya çalışıyor birileri. Her ulusun, her toplumun bir savaş tarihi var ya ondan. Hemen ardından da, resmi diller kahramanlık, zafer nidalarıyla araya girmekte gecikmiyor. Herkesin bildiği son ise; tüm gerçeklerin gümbürtüye gitmesi.
Oysaki savaşın bütün tohumları, önsel halleri, kaynakları onun adı daha zikredilmeden önce, sivil yaşam içinde mayalanıyor. Geriye sadece kabuktan ibaret olan bir isim kalıyor. Kan, ateş, barut, kurşun, bomba sesleri… ise parlayıp sönen bir ateş; için için yanıp biten bir metobalizmadan çıkan yoğun bir duman sadece.
Alexis Jenni, Fransız Savaş Sanatı’nda, savaşın anatomisini çiziyor. Ama bu sanatın adının Fransız olması sizi yanıltmasın! Aslında metin dünyanın bütün toplumlarına, uluslarına tek tek uğrayarak, söz konusu “sanat”ın uğranılan yerlerin meşrebince, diliyle nasıl biçimlendiğini gösteriyor. Zaten Jenni’de, “Ülke tam da dilin talimidir” diyor. “Ben o ölümü, o lezzetli ve yavaş ölümü, koşarak hareket eden adamların o haşin can kurtarma operasyonunu, işinin ehli olan ve sonsuz bir minnet duyacağınız bir adamın attığı kesikle kurtulan canı bilmiyordum; böyle bir şey beklemiyordum. Bununla birlikte Fransa’da bana tüm anlatılanlar, beni kateden bu dil sayesinde benim yaptığım ne varsa, tüm bildiklerim ve tüm söylenenler, tüm yazılanlar ve benim olan o dille tüm anlatılanlar güç kullanılarak kurtarılmaya inanmaya hazırlıyordu beni ezelden beri.”
Ucunda oyun olduğu için…
Zira günlük pratiklerden başlayarak, yaşamın bütün aşamalarında kendini var etmeye çalışan insanın yapısında şekilleniyor savaş. Oyunların, hırsların, yarışların, çıkmazların… atmosferi değişiyor sadece. Çünkü, “başkaldırıyı seviyoruz; ürpermeyi seviyoruz. Ucunda oyun olduğu için iç savaşı seviyoruz ve bu oyun ola ki ölümlere neden olursa, bu onu yalnızca daha da ilginçleştiriyor.” Tabii bütün bunları Cezayir, Çinhindi ve Wietnam’da yüzbaşı olarak görev alan Victorien Salagnon’la tanıştıktan sonra düşünmeye başlıyoruz. Daha doğrusu bize Fransa’nın savaş tarihini anlatan kişinin Salagnon’la karşılaşmasından sonra. Böylelikle metinde iki ses duyuyoruz. Aynı zamanda rehber işlevi de gören anlatıcının sesiyle, Salagnon’un sesi iç içe geçtiğinde, karşımıza çıkan tablonun insanın biçimlendirilen dünyası olduğunu söylememize gerek var mı!
Özlemlerin, beklentilerin, hayal kırıklıklarının, acının, boşluğun… gidip dayandığı yerden gelen seslere kulak vermek gerekiyor ilkin. Ama daha iyi anlamanı yolu da buralarda uzunca durup, oyalanmaktan geçiyor. Aksi takdirde çok geç olabiliyor. Gecikince, özellikle çok gecikince mekanik sesler giriyor devreye; ateşten kasırgalar bütün gökyüzünü kaplarken, kan da sel gibi dört bir taraftan akıyor. Peki bütün bunlar nasıl bir seyir izliyor? Matematiksel bir kesinlikle şemalandırmak mümkün olmuyor ne yazık ki. Metindeki olayları takip ettiğimizde, zamansal bir süreçle karşılaşmıyoruz. Zira “gırtlaklanıp ölüyoruz, tıkanıp ölüyoruz, içe atılan homurtu ve öfkelerin kol gezdiği patırtılı bir sessizlikten ölüyoruz. Haddinden fazla pıhtılaşmış bu kan artık akmıyor. İşte Fransa tam olarak böyle bir ölüm şekli.” Tabii anlatıcının Fransa derken, herkesin Fransa’sına gönderme yaptığını da unutmamak gerekiyor.
Metinde, sömürgeci Fransa’nın hem Arap (Cezayir) hem de kendi ülke insanlarını söz konusu gerçekle(savaş) nasıl biçimlendirdiğini Salagnon üzerinden nasıl okuduğumuz çok önemli. Zira felsefi çıkarımların yoğunluğu bir yana, somut durumların izinin sürüldüğü metinde, yazar, görünen gerçeği sadece olay(lar) çerçevesinde ele almamak gerektiğini söylüyor. Bu söylemi de alt metinle fazlasıyla besliyor.
Güçlü asla anlamaz…
Bir ulusun, toplumun kültürünün, yaşam şeklinin, ön yargılarının, düşmanlıklarının, kinlerinin, bilinç altının derinliklerinde gizlenen patlamalarının, travmalarının… onun tarihinde yattığı gerçeğini temel alıyor metin. Jenni, içinde yaşadığı toplumu anlatırken, onun sömürgeci karakterinin altını oldukça kalın çizerek, güç yanılsamasının neden olduğu yıkımı öne çıkarıyor: “Güç asla hiçbir şeyi anlamaz ve onu kullanmış olanlar kendi yenilgilerini melankoliyle seyre dalmışken yeniden başlamanın hayalini kurarlar… Tam problemlerin çözüm modeli çocuğa aşk edilen tokat ya da köpeğe savrulan tekmedir. İşte bunlar insanı rahatlatır. Herkes rahatsız edene, çocuğa ya da köpeğe yapılan gibi güç kullanarak haklı olduğunu bilmek ister. Söylenileni yapmayana güçle haddini bildirmek gerekir. O sadece bundan anlar. Orada sağduyunun hakimiyeti en aşikar toplumsal eylem olan tokatla sağlanırdı. Orası çöktü çünkü insanları köpek yerine koyarak yönetemezsiniz.”
Tabii önemli bir ayrıntıyı da gözden kaçırmamak gerekiyor. Yazar Fransa derken, daha çok talan, yağma, kıyım… diyor aslında. Ama en önemlisi de, “güç” ve zorbalığa başvuran bütün ülke ve uluslar demek istiyor. Bunu da bir toplum bireyi üzerinden, yani Fransız bir yüzbaşı olarak istilalarda görev alan Salagnon üzerinden ayna tutuyor. Peki Salagnon Çinhindin’de, Wietnam’da, Cezayir’de görevli bir Fransız vatandaşı olarak bütün bunları nasıl deneyimliyor? Katkıda bulunduğu, tanık olduğu bu haksız kıyımlar onun bünyesinde ne şekilde bir bozunuma yol açıyor? En önemlisi de, istilalara katılmadan önceki Salagnon’la, sonraki Salagnon arasında nasıl bir uçurum oluşuyor? Aslında Salagnon’lar dememiz daha doğru olur. Savaş gibi öldürme sanatının içinde yer almış irili ufaklı ne kadar görevli, rütbeli varsa artık eskisi gibi olmadıkları, onlardan geriye hiç bir şey kalmadığı gerçeği kendini dayatıyor. Ancak Salagnon şanslı, çünkü sadece savaşla var olmuyor. Bir rütbeli olarak görevini yaparken, yaptığı işi benimsemiyor. Resme sığınıyor, sürekli çiziyor. Böylelikle de ruhunu ve kişiliğini -sancılı da olsa- korumayı başarıyor.
Buradan hareketle, savaş gibi bir ölüm düzeneğinin, gerçek toplumsal sorunların, bireyin varoluşsal hallerinin yerine geçirildiğini söylemeye gerek var mı! Tam da burada, savaşın, egemenlerin varlıklarını güçlendirme, tatmin aracı olduğunu bin kez söylesek de yetmeyecek gibi gözüküyor.
Aysel Sağır – edebiyathaber.net (7 Mart 2016)