I
Steve Taylor tarafından yazılan ve Çağrı Mert Bakırcı’nın uyarladığı haliyle 1 Mart 2020’de Evrim Ağacı’nda yayınlanan “Savaş Psikolojisi” başlıklı makalede* insanların savaşma nedenleriyle ilgili şu tespitler yapılır:
“Tarihte hangi savaşı incelerseniz inceleyin, bu nedenlerin bir varyantını bulacaksınız: yeni toprakları ilhak etmek, yeni toprakları kolonize etmek, değerli mineralleri veya petrolü kontrol altına almak, prestij ve serveti artırmak için bir imparatorluklar inşa etmek veya bir grubun gücünü, prestijini ve zenginliğini azaltan önceki aşağılamanın intikamını almak…”
Makalenin devamında, yukarıdaki gerekçeleri besleyen en önemli unsur olarak “grup kimliği” kavramı üzerinde durulur ve grup kimliğinin getirdiği sonuçlardan olan “ahlaki dışlanma” teriminin, insanın savaşçı doğasını besleyen yönleri açıklanır.
İnsanların tarih boyunca neden sürekli savaştıklarını anlamak için yapılan araştırmalar bize detaylı çözümlemeler verse de savaşların sona ermesini sağlamaya yetmezler.
Her ne kadar Steven Pinker ve Yuval Noah Harari gibi bilim insanları; içinde bulunduğumuz dönemde savaşların son derece azaldığını, gelecekte de bu azalma eğiliminin devam edeceğini iddia etse de bu tespiti bir temenni, en iyi ihtimalle bir çıkarım olarak görmek mümkün.
Pinker ve Harari’nin tezlerine karşı üretilen argümanlar da baktığımız yere göre oldukça ikna edici olabiliyorlar. Örneğin Tayfun Atay, Harari’nin “Homo Deus” kavramı üzerinde temellendirdiği tezlerine, karşı kutuptan “Homo Demonus” kavramı ile cevap verir.**
İnsanın en temel güdüsünün, hayatta kalmak olduğu gerçeğini kabul edersek insanların barışa eğilimli oldukları ön kabulüne inanmak durumunda kalırız. İnsanlar, özünde savaşmak istemedikleri halde kendilerinin ya da ait oldukları grupların tehdit altında olduklarına inanırlarsa ölümü göze alarak kolaylıkla savaşa razı olurlar. İnsanları ikna etme açısından temel sorumluların, ülkeleri yönetenler ve geniş kitlelere yön verme gücüne sahip kişi ve kurumlar olduğunu kabul edebiliriz. Ötekine her zaman mesafeli durma ve çoğu zaman endişeyle bakma eğiliminde olan insanlar, dar iktidar çevreleri tarafından kışkırtılmazsa savaşların önemli ölçüde azalacağını uzun vadede ise tamamen bitme noktasına geleceğine inanıyorum. Bu argümanı desteklemek için birbirleriyle sonsuz sayıda savaş yapmış Avrupa devletlerinin 2. Dünya Savaşından çıkardıkları dersler rehberliğinde attıkları adımlar sayesinde AB topraklarından savaşı silmeyi başarmış olmalarını örnek olarak verebiliriz.
Tezimin kısırdöngüye girdiği nokta tam olarak burada başlıyor: Çoğu ülkede yöneticileri halkın seçtiğini düşünürsek savaşa tavır alacak donanıma sahip olmayan ve kolaylıkla manipüle edilebilen halklar kendi görüşlerine uygun kararlar alan yöneticileri destekleyecek ve insanların eğilimlerini göz önünde tutma zorunluluğu hisseden yöneticiler de karar alırken bu duruma uygun kararlar alacaklar.
Bu kısırdöngüden kurtulmanın yegâne yolunun, bireylerin çatışma yönündeki eğilimlerini törpülemek olduğunu kabul edebiliriz. Milli eğitim politikaları ve dini kurumlar kitlesel eğilimlere yön verme açısından etkili olabilirler ancak konuya bireyi merkeze alarak baktığımızda, önce bireylerin zaman içinde de kitlelerin savaş karşıtı olmalarını sağlamak için benim aklıma ilk gelen güç sanat eserleri oluyor. Kapsamı biraz daha daraltırsam sinema ve edebiyat ilk elde aklıma gelen sanat türleri.
II
Konuya sinema özelinden giriş yaparsak, savaşın ne denli zorlu ve acımasız olduğunu seyirciye görsel ve işitsel unsurlarla destekli bir şekilde sunduğu için filmlerin oldukça önemli bir yer tuttuğunu iddia edebilirim. Kanımca, Apocalypse Now, Platoon, Full Metal Jacket, Saving Private Ryan, The Thin Red Line, La Vita È Bella, The Pianist gibi klasik filmler ile El Laberinto Del Fauno, 1917, Im Westen Nichts Neues gibi daha yeni tarihli filmler seyirci üzerinde dönüştürücü etki yaratma gücüne sahip yapımlardan birkaçı arasında sayılabilir.
Sinema sanatı, görsel ve işitsel gücü sayesinde seyirciyi kolayca etkileyebilirken filme konu olan insanların iç dünyalarını, korkularını, düşüncelerini bir noktaya kadar aktarabilir. Savaşan ya da savaştan etkilenen insanın iç dünyasının kapılarını bize doğrudan açma gücünün, edebiyat eserlerinde olduğuna inanıyorum.
Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Madde 22, Mezbaha Beş, Çıplak ve Ölü, Aslan Asker Şvayk, Yaşam ve Yazgı, Kızıl Darı Tarlaları…
Yukarıda adlarını saymaya çalıştığım romanlar savaş hakkında yazılmış olan ve ilk anda aklıma gelen kitapların isimleri. Biraz tarama yaparak bu listeyi bir hayli uzatmak mümkün ama listeyi genişletmek yazının, amacından sapmasına neden olacaktır.
Bu yazıda, tamamen tesadüfen arka arkaya okuduğum ve savaşın çıldırtıcı atmosferi nedeniyle zihin dünyası zarar görmüş kahramanların anlatıldığı üç kitaptan bahsetmek istiyorum.
III
1871- 1919 yılları arasında yaşamış olan Leonid Andreyev, yakın arkadaşı Gorki’nin aksine toplumcu dünya görüşüne mesafelidir. Eserlerinde bireysellik ve insanın kötücüllüğü ön plandadır. Politik olarak da Bolşeviklere mesafeli olan Andreyev, iktidarı ele geçirmelerinin ardından SSCB’yi terk eder ve ölene kadar yaşayacağı Finlandiya’ya yerleşir.
Yazar; 1905 tarihli Kızıl Kahkaha isimli romanında, Rusya’nın ağır bir yenilgi aldığı Rus-Japon Savaşında çarpışan bir subayı merkeze alır. Kızıl Kahkaha’yı geleneksel anlamda bir roman olarak niteleyemeyiz. Kitabın alt başlığı olan “Bulunmuş Bir Elyazmasından Parçalar” ifadesi bize ne okuyacağımıza dair güzel bir ipucu veriyor.
Kızıl Kahkaha’yı kabaca üçe ayırarak inceleyebiliriz: İlk bölümde, subayın savaşta tuttuğu notlar, okuru oldukça sert bir savaş atmosferinin içine çeker. Sayfalar boyunca adeta soluk soluğa siperler arasında koşturur gibiyizdir. Bu noktada anlatıcı, benzer bir örneğine başka bir kitapta rastlamadığım “kızıl kahkaha” metaforu ile bizi tanıştırır. Kızıl kahkaha kavramı bir yanıyla somut bir hareketi anlatırken diğer yanıyla da savaşın askerler üzerindeki bitirici etkisini sembolize eder.
Kitabın ikinci kısmında, anlatıcının yaralanıp ailesinin yanına gönderilmesinden sonra yaşananlar aktarılır. Okuduklarımız, anlatıcının tuttuğu defterden kalanlar olduğu için, bu bölüme damgasını, subayın parçalanan zihin dünyası ve çarpıklaşan algısı vurur. Okuduğumuz parçalarda anlatılanların ne kadarının somut gerçeklik ne kadarının subayın sanrıları olduğunu tam olarak anlayamadığımız için okur olarak, huzursuzluk içinde bir okuma deneyimine hapsoluruz.
Kitabın üçüncü bölümünde (editoryal bölümlemede “İkinci Kısım” olarak geçiyor) subayın kardeşinin yazdıklarını okumaya başlarız. Abisinin cepheden döndükten sonraki hallerine tanıklık eden kardeş, bize ilk bölümlerin anlatıcısının yaralandıktan sonraki zamanları hakkında derli toplu bilgiler vererek yazmaya başlar ancak zaman geçtikçe kardeşin yazdıkları da tuhaflaşır. Yazılanlar gittikçe, gerçekle karabasanı anımsatan gerçekdışı unsurların birbirine karıştığı tuhaf bir bütüne evrilir. Kitabı okudukça küçük kardeşin delirişine de adım adım şahit oluruz.
Kızıl Kahkaha, savaşın karanlık tarafını anlatırken cephede savaşan askerlerin travmalarının yanında bu travmaların, aileleri üzerindeki etkilerini de göstermesi açısından oldukça farklı bir okuma deneyimi sunuyor.
IV
Fransa, Senegal’in yer altı ve yer üstü kaynaklarını yıllarca sömürdüğü yetmezmiş gibi 19. Yüzyıl ortalarında, kendi çıkarları uğruna savaştırmak için Senegallilerden oluşan bir birlik kurar. “Senegalese Tirailleurs” adını verdikleri bu birlik, Fransa’nın dâhil olduğu tüm savaşlarda yer alır.
Fransız bir anne ve Senegalli bir babanın oğlu olarak 24 Şubat 1966’da Paris’te dünyaya gelen David Diop, 2018 tarihli “Frère d’âme” isimli romanında Fransızların Senegalli erkeklerden oluşturdukları bu birlikte savaşan askerlerin yaşadıklarını anlatır. “Frère d’âme” 2020 yılında “At Night All Blood Is Black” adıyla İngilizceye çevrilir ve bu çeviri ile Uluslararası Booker Ödülü’nü kazanır.
Kitap, Ağustos 2021’de ise Aycan Başoğlu tarafından Fransızca aslından çevrilerek Sahi Kitap tarafından Türkçe olarak yayımlanır. Aycan Başoğlu, çevirisinde kitabın “ruh kardeşi” anlamına gelen orijinal ismi yerine İngilizceye çevrilirken tercih edilen isminde karar kılar ve kitap, “Gece Tüm Kanlar Karadır” adıyla raflardaki yerini alır. Başoğlu’nun tercihini, kitaba şiirsel bir hava verdiği için ve içeriğini, en az kitabın orijinal adı kadar yansıttığı için yerinde bulduğumu belirtmek isterim.
Gece Tüm Kanlar Karadır, okuduğum en zorlayıcı savaş edebiyatı eserlerinden birisi oldu. Romanda, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Senegalese Tirailleurs’ta savaşan Senegalli askerlerin yaşadıklarının anlatıldığını yukarıda yazmıştım.
Romanın anlatıcısı Alfa Ndiaye, içinde bulunduğu yoksulluktan kurtulabileceğini umup (belirsiz bir gelecekte) kendisine Fransız vatandaşlığı verileceği vaadine inanarak ve bir varoluş amacı bulmayı hedefleyerek savaşmaktayken kollarında oldukça kötü bir şekilde hayatını kaybeden arkadaşı (ruh kardeşi) Magemba Diop’un ardından tüm moral değerlerini kaybediyor ve kendisini, düşman askerlerini hedefe koyan bir intikam makinesine dönüştürüyor.
Alfa, her gece düşman mevzilerine sızarak bir düşman askerini insanın içini kaldıran bir şekilde öldürüyor ve öldürdüğü düşman askerinin elini keserek kendi tarafına geri dönüyor. İlk başlarda arkadaşları ve komutanları tarafından takdir edilse de işlediği savaş suçları zamanla görmezden gelinemeyecek ya da kabul edilemeyecek noktalara ulaştıkça kendi tarafındakilerce de dışlanıyor. Alfa, intikamın hazzını yaşadıkça daha da ateşleniyor, acımasızca davranışları daha da keskinleşiyor ve kendi kendisini içine soktuğu intikam sarmalı nedeniyle zaman geçtikçe akıl sağlığını kaybetmeye başlıyor.
Roman boyunca okunması oldukça zorlayıcı paragraflar ilerledikçe okur olarak yorulduğunuzu hissediyorsunuz. Romanın ana kahramanının akıl sağlığı bozuldukça anlatının kendi üstüne kapanması ve anlatıcının gerçekliğinin çarpıklaşması nedeniyle roman, oldukça tuhaf bir hale eviriliyor. Bir noktadan sonra okurlar da romanın kahramanı gibi olup bitenleri anlayamamaya başlıyor ve el yordamıyla ilerlemeye devam ediyor.
Gece Tüm Kanlar Karadır, okunması ve sindirilmesi oldukça zorlu bir roman olsa da türe meraklı okurların atlamaması gereken kitaplardan.
V
Tarihin gelmiş geçmiş en kanlı savaşları arasında sayabileceğimiz İkinci Dünya Savaşı, hakkında en çok film çekilen ya da roman yazılan savaşlardan olsa gerek. Savaş hakkında yazılanlar daha çok Avrupa merkezli olsa da savaşın en kanlı cephelerinden bazıları da Güneydoğu Asya ülkelerinde yaşanmıştı.
Bu ülkeler arasında olan Filipinler, 1942’den 1944’e kadar Japon işgali altında kalır. 1944 yılında ABD ordularının başını çektiği birlikler, savaşı kaybetmek üzere olan Japonya’nın ordularından Filipinler’i geri alırlar.
Japon yazar, edebiyat eleştirmeni ve çevirmen Şohei Ooka da Filipinler’i işgal eden Japon askerleri arasındadır. Ocak 1945’te Amerikan askerleri tarafından yakalanır ve savaş esiri olarak Leyte adasına gönderilir. Bu adada bir yıla yakın tutulan Ooka savaşın tamamen bitmesinin ardından Japonya’ya iade edilir.
Savaştığı dönem ve esir hayatı Şohei Ooka üzerinde oldukça derin izler bırakır. Savaşın yazar üzerinde bıraktığı izleri 1948 yılından sonra kaleme aldığı kitaplarda okuma şansı buluruz.
1951 tarihli Anız Ateşleri isimli roman da Şohei Ooka’nın Filipinler’de edindiği tecrübeler ışığında kaleme alınmıştır.
Anız Ateşleri, 1977 yılında Hürriyet Yayınları tarafından (muhtemelen Japonca dışındaki bir dilden) Ovadaki Ateşler adı ile yayımlanmıştı. Bu baskı kimi sahaflarda bulunabilir olsa da Ooka’nın bu önemli yapıtını orijinal dilinden yapılmış yeni bir çeviri ile okumak için Mayıs 2022’yi beklememiz gerekti.
Jaguar kitap etiketi ile raflardaki yerini alan Anız Ateşleri, fiziken ve ruhen çökmüş işgalci Japon askerlerinden biri olan Er Tamura’nın ağzından yazılmıştır. Er Tamura, kendi birliğinden hastalığı nedeniyle hastaneye gönderilmiş ancak yer ve yiyecek yokluğu nedeniyle hastane tarafından da kapının önüne konmuştur. Hastane önünde süresi belirsiz bir bekleyişe girmek üzere olan Tamura, hastaneye yapılan bombalamadan sağ kurtulur ve kendini yollara vurur.
Bilmediği bir coğrafyada, sık ormanlar içinde Filipinli ve ABD’li askerlerce öldürülme tehlikesi altında oradan oraya savrulmaya başlayan Tamura, katlanılması çok zor olan çeşitli tecrübeler yaşar. İnanılmaz bir açlıkla baş etmek zorunda kalır. Nice ölüm tehlikesi atlatırken birilerini öldürmek zorunda kalır.
Tüm bu yaşadıkları Er Tamura üzerinde yıkıcı bir etki yaratır ve biz okurlar, adlarını andığım diğer kitaplardaki insanların başına geldiğine benzer şekilde, askerin akıl sağlığını yitirmesinin öyküsünü okuruz.
Er Tamura, roman boyunca insanlık onurunu korumakla hayatta kalmak için her şeyinden vazgeçmek ikilemi arasında gider gelir. Bir noktada ölüm onun için bir kurtuluş olur ama her şeye rağmen hayatta kalma dürtüsü baskın çıkar ve biz okurlar Anız Ateşleri’ni, Er Tamura’nın hayatta kalabilmek için ne kadar ileriye gideceğini merak ederek okumaya devam ederiz.
Yazı boyunca bahsetmeye çalıştığım diğer iki romanda olduğu gibi Anız Ateşleri’nin kahramanı da insanlık çizgisinden bir hayli sapmak zorunda kalır. Ooka’nın romanı, ortalama bir savaş romanı gibi başlayıp ilerlerken sonuna yaklaştıkça vites yükseltir ve okuyanın zihninden kolay kolay çıkmayacak bir şekilde son bulur.
VI
Yazı bütünlüğü içinde bahsetmeye çalıştığım üç kitap, farklı zaman dilimlerinde birbirleriyle alakasız coğrafyalarda yaşanmış farklı savaşları anlatıyor olsalar da üç kitabın merkezinde de savaşın zihinsel olarak yok ettiği üç kahraman yer alıyor. Bu açıdan bakarsak kitapların, gerçek olaylara dayanıyor olmalarının, onların belgesel yönüne işaret ettiğini söyleyebiliriz ama kanımca, sözünü etmeye çalıştığım üç kitap da ister inançla ister zorla gönderilmiş olsun, savaşa katılıp çok büyük travmalar yaşamış insanları merkeze aldıkları için ortak ve evrensel bir noktada buluşuyorlar.
* Çeviri Makale: https://evrimagaci.org/savas-psikolojisi-insanlar-baris-icinde-yasamakta-neden-bu-kadar-zorlaniyorlar-8312
Makalenin orijinali: https://www.psychologytoday.com/us/blog/out-the-darkness/201403/the-psychology-war
** İlgili tezleri okumak için kaynaklar şunlar:
Tayfun Atay, Yeryüzüne Ölümü İndirdik Gülüm!, Oğlak Yayıncılık
Yuval Noah Harari, Homo Deus, Kolektif Kitap
Steven Pinker, Doğamızın İyilik Melekleri-Şiddet Neden Azaldı?, Alfa Yayıncılık
edebiyathaber.net (6 Mart 2023)