Şebnem İşigüzel’in yeni romanı Gözyaşı Konağı: Ada 1876 için kadınlık durumu/kadın olma hali üzerine bir roman dersek, eksik söylemiş oluruz.
Aslında erkek egemen bir toplumda, erkeğin kadınlara yaptıklarına dair bir roman dersek daha yerinde olur.
Anlatının melodramik bir yapısı olsa da, İşigüzel “kadın sorunu”nu enine boyuna işliyor romanında. Üstelik tarihsel bir döneme uzanarak, kahramanını Osmanlı’da kadın hareketinin adım adım filizlendiği bir döneme yerleştirerek gerçekleştiriyor bunu da.
Kuşkusuz bugünün gerçeği, günümüz dünyasında yaşananların açmazlarıdır ona bu romanı yazdıran. Bir bakıma ayna tutmaktır romancının burada yaptığı. Öyle ki; dönüp şunun sorgusuna yönelirsiniz adım adım: 140 yılda demek ki çok şey değişmemiş!
Yer yer mesellerle örülü romanın kahramanı Vuslat Emine’nin bakışı/anlatımı ve anı defterine yazdıklarından izleriz olup bitenleri.
O, başına gelenleri anlatmaya şöyle başlar:
“1876 yılı baharında gayrimeşru bebeğimi doğurmak üzere evin erkeklerinden habersiz Büyükada’ya gönderildim. Yanıma Bedriye Kalfa’yı verdiler. Evin kadınları baba ve ağabeyime küçük bir hikâye takdim ettiler.”
Böylece Vuslat’ın anlattıklarında, erkeklerden daha çok kadınların kadınlara yaptıklarının öykülerini dinleriz.
Bir Şehrazat öyküsünü andırır dillendirilen öyküler.
Öyle ki; adım adım “iyi anlatıcı” ile karşılaşırız.
Konakta büyüyen, özel derslerle eğitimini geliştiren Vuslat varlıklı bir ailenin en küçük kızıdır.
Orada, o dünyada olup bitenler, içte/dışta yaşananları kadınca bir bakış/sesle anlatır. Öyle ki; oradan yansıyanlarda yalnızca edilmiş bir söz, anlamlı bir söyleyişi bulmayız; insana dair, onun gerçekliğine dönük kavrayıcı bakışın izleriyle karşılaşırız.
Gayrimeşru hamileliği yüzünden aile ortamından koparılıp, lanetli biri gibi adaya sürüklenen anlatıcının bakışına yansıyanlar hem yaşananları hem de hissedilenleri karşımıza çıkarır.
Anlatıcının sadece şu sözleri bile, seçilen/gerçekliği yansıtılan kahramana dair önemli ipuçlarıdır okur için:
“Her kadının bilip de bilmediği şeyler vardır. Herkesin sustuğu bir yer vardır kalbinde. Hem bu vardır hem de şöyle bir gerçek: hepimiz başkasının karanlığında kendimizi görürüz. Uzak duruşları, acıyarak bakışları, yüz çevirişleri, gözlerini kaçırmaları, bazılarının anne ve ablalarımın hatırına kırık dökük selam verişleri bu yüzden olsa gerekti. İçten içe benim gibi olmaktan korkuyorlardı. Ne halde olduğumu bilmeseler bile korkuyorlardı. Kimse talihsizlere yaklaşmak istemez. İnsanlar talihsizliği bulaşıcı bir hastalık gibi görürler. Talihsizlerin hikâyesini anlatmaya doyamaz ama dönüp elini sıkamaz, selamını almazlar. Sadece acırlar onlara.” (s. 18-19)
Dönemin gerçeği
1876’da Birinci Meşrutiyet ilan edilmiştir.
Bir yıl önce İstanbul’da Amerikan Kız Koleji açılır. Bu yıl ise kız rüştiyesi (lise) sayısı dokuza çıkar, ilk kız rüştiyesi 1858’de İstanbul’da, Sultanahmet’te açılır.
1847’de esir alımı yasaklanmıştır.
1882’de ilk kez nüfus sayımında, İstanbul’da kadınlar da sayılır.
1896’da Fatma Aliye arkadaşlarıyla ilk kadın derneği olan Muhadenet-i Nisvan’ı (Kadın Dayanışması) kurdular. Bu süreçte, ilk kadın romancımız, Abdullah Cevdet’in kızı Fatma Aliye hep karşımıza çıkacaktır. Birçok “ilk”lerin öncüsüdür o. Evde eğitim görür. Bir bakıma İşigüzel’in kahramanın çağdaşıdır Fatma Aliye.
Kuşkusuz romancı bu dönemi, dönemin gerçekliğini, bu süreçteki kadının durumunu, Osmanlı’nın tarihsel kültürel yapısını bilerek/anlayarak romanına tarihsel bir arka fon seçer. Bu, ele aldığı sorunu yansıtma/gösterme de başlama noktasıdır. Bugünün dünyasında olup bitenlerin seyrine işte oradan yola çıkarak bakarız.
Romancının anlattığı
Romanın başlangıç cümlesi anlatının seyrine dair pek ipucu vermese de; az çok konunun ne olduğunu imler.
Yaşanan dönemde, hele hele konakta yaşayan bir genç kızın başına böyle bir şeyin gelmesi hoş da karşılanmaz.
Bu nedenledir ki; aile ivedilikle bunu örtbas edip, dallanıp budaklanmasını önlemek ister. Vuslat’ın yanına kattıkları Bedriye Kalfa hem koruyucu hem de günahın tanığıdır. Onaylamadığı bir durumun yanında durmak o “köle” kadını da huzursuz eder.
İşigüzel’in böyle bir olayın nerede/nasıl/neden yaşandığını göstermektense: bunun mağduru olan genç kadının dünyasını anlatması, onun iç gerçekliğine, düşünsel ve duygu durumuna yönelmesi romanı daha ilginç, anlaşılır ve tartışılır kılıyor.
Tartışılır diyorum; anlatılan bir kadınlık durumudur evet, ama buna yol açan erkektir. Kadını buraya sürükleyen de toplumdur.
İşigüzel bunu da kahramanına şöyle söyletir:
“Beni sürgüne gönderen onlar değil, bu topraklarda hüküm süren hayattı.” (s. 136)
Romanın asıl kilittaşı cümlesi/düşüncesi de budur. Toplumda bunca süredir değişen/değişmeyenin ne olduğuna da işte oradan bakarız. İşte o bakışla hayata ayna tutar roman/cı.
Evet, roman hayatı anlaşılır kılar; çünkü tuttuğu aynada insana ve hayata dair her şey vardır. Hem insan ruhunun derinliklerinde olup bitenleri gösterir hem de topluma dair eksik/aksaklıkları yansıtır.
Romanda Vuslat’tan kendi öyküsünü dinler, okurken; hayatını çevreleyen insanların (anne, baba, ablaları Fatma ve Hicran, Bedriye Kalfa, silik de olsa ağabeyi) öykülerini de öğreniriz.
Her ne kadar Vuslat burada ara-anlatıcı/ yansıtıcı konumundaysa da; onun derleyen bakışına sinenler dönemin ruhunu yansıtır düzeydedir. Belki de romanın tek kusuru, 17 yaşında yalnızca evde eğitim almış bir genç kızın bunca sözü/bilgiyi, deneyimleyerek öğrenebileceği bakışı nasıl edindiğidir! Yani İşigüzel, anlatıcı olarak kendi bakışını/duyuşunu/bilgisini Vuslat’a yükleme gayretini çok öne almıştır.
Onun dönüşen, dönüştüren bakışı; yer yer de bilgece sözler edişleri vardır… Gerçi bu onun eğitim düzeyini gösterdiği kadar, özgürleşme düşüncesinin de nereden/nasıl başlayabileceğinin işaretlerini vermektedir. Ama bu romancının istediği/bakışına sinendir. Dönemi içindeki Vuslat’ın gerçekliğiyle pek örtüşemediği kanısını uyandırıyor bizde.
Gerçeklik duygusu
Kuşkusuz romancı tip yaratma, karakter çizmede özgürdür. Gelin görün ki ele aldığı konunun/dönemin gerçekliğine “sadık” kalarak bir konuyu işliyorsa, kahramanının öyküsündeki “birey” olma hali de ister istemez buna uymalıdır.
Gene de İşigüzel’in bu romanıyla şunu iyi yaptığını söylemek isterim: 1870’lerin Osmanlı toplumunda kadın olma hali ile 2000’lerin Türkiyesi’nde kadınlık durumu arasında değişmeyen şeylerin olduğunu gösterip, hatırlatması…
Özellikle erkeğin egemenliği, çevre baskısı, otorite, gelenek, din, kimlik edinememe, toplumsal hayatta/çalışma yaşamında olamama halleri…
Bir toplumu var eden bireyin hak ve özgürlükleriyse eğer, bunu sağlayamadığınızda olup bitenlerin de seyircisi kalmak zorundasınızdır.
Osmanlı’da kadın ne konumda?
Kuşkusuz okuduğumuz roman bir öykü anlatıyor, bu sorunun yanıtını vermiyor. Ama orada anlatılan öykü yazarın bakışı/bilincine kadın sorunu/kadının konumu/kadının başından geçenler olarak yansıdığına göre; romancının kurmaca gerçekliğinin de söyleyecekleri olacaktır elbette.
Kurgunun gerçeği ne?
Evet, kurgu, hakikati gölgeleyen gerçeği de aydınlatır. Romancının burada yaptığı da budur.
Tuttuğu aynaya yansıyanlar, onun gerçeklik duygusunu da biçimleyerek ortaya çıkanlardır. Romancının gerçeğinde zihinsel süreçler, algı, bakış, bilinç, kavrayış, yorum, eleştiri, tasarım vardır. İşte bu nedenledir ki; orada olan/biten/duran HAKİKAT başka bakış/yorumlarla nitelendirilen durumlardan koparak yazarın kurmaca aklı/biçimleyiciliğiyle yeni boyutta aydınlatılır.
Romancının aydınlanmacı bakışı Gözyaşı Konağı’nın her bir satırına sinmiştir.
Ele alınan sorunu “melodram”laştırmadan, ama romantik bir çizgiye eriştirerek; açık, yalın biçimde kahramanının gözüyle anlatması “iyi anlatıcı”nın başarısıdır.
Anlatıcının bakışında roman kahramanının algısını görürüz elbette. Kuşkusuz onu konuşturan, ona yazdıran YAZAR; neyi/niçin/neden yazdığı/yazdırdığının da bilincindedir. Nasıl, niçin yazdığının yanıtı da romanın içindedir.
Anlatısında bir zaman bakışı yaratan İşigüzel, yazının oyun, hayatın ise başlı başına bir oyun olduğunu da hatırlatarak yazar.
İşigüzel’in anlatıcılığını öykülerinden beri izler, okur, severim. Onda garip bir duyarlılık, yalınlık, içtenlik ötesi saydamlık vardır. Işığı geçirir gibi görünse de; sizi sınırda/eşikte durdurup gözlerinizi kamaştırır, ruhunuzu iyileştirirken acıtır da o parıltı.
Gösterirken, öyküsünü kurarken; sizi başka şeylere hazırlamanın duyarlılığıyla keder ve neşenin saydamlığını da getirip önünüze koyar.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (1 Temmuz 2016)