Seçkin Erdi: “Psikolojik bir araz, bir delilik, bir anormallik hali değil benim için bilinçte yarılma.”

Mart 13, 2018

Seçkin Erdi: “Psikolojik bir araz, bir delilik, bir anormallik hali değil benim için bilinçte yarılma.”

Söyleşi: İpek Bozkaya

Seçkin Erdi’nin ilk roman teşebbüsüm dediği “Kampana” Everest Yayınları tarafından Şubat ayında yayımlandı. Nitelikli edebiyatın peşindeki okuru cezbeden bu romanda benlik bölünmeleri, bilinç yarılmaları, yeni bir dille soyutlanan askerlik ortamında anlatılıyor. Metaforlar ve edebi anıştırmalar yüklü Kampana’da kısa dönem asker olan anlatıcı kahraman, topluma karışmak için basit diyaloglar üzerine bile çalışması gereken bir yabancı. Yabancılaşma, bilinç yarılması, askerlik, iç sesle mücadele gibi konuları mizahı elden bırakmayarak işleyen Seçkin Erdi ile yazarlığı ve Kampana hakkında konuştuk.

Redaktör, editör, çevirmen, yayınevi kurucusu, vokalist gibi kimliklerinize bir de ‘yazar’ı eklediniz. Yazma ihtiyacı nasıl hâsıl oldu diye başlayalım.

Yazma ihtiyacını bilmiyorum, ama anlatma arzusu hayatımda hep vardı. Annem çok iyi bir anlatıcıdır, bütün çocukluğum onun çoğunu kendi uydurduğu –bazısı çocuk aklıma karanlık gelen– masalları yahut gündelik bir meseleyi bile süslediği meselleri dinleyerek geçti; sanıyorum dille, hikâyeyle kurulan bu dünya beni oldukça etkiledi.

Hayatımı kazanmak için metinle rabıtalı işler seçtim; ama hiç edebiyat editörlüğü yapmadım, edebi metinlerle okurluk dışında herhangi üretim ilişkim olmadı. Çeviriyle uğraşmayı hep daha çok sevdim; bir cümleyi onlarca başka biçimde kurabilme, yazıldığı dönem, dünya ve zihin uyarınca eğip bükebilme macerası bana inanılmaz şevk veriyordu. Ancak başkasına ait bir metnin üzerinde kalem oynatmak tehlikeli bir iştir, kendi cümleleriniz yahut biçimleriniz hızlıca diğer metnin içine sızabilir; buna bir panzehir olarak ya da en başta andığım anlatma arzusu itibariyle mütemadiyen bir şeyler yazmaya giriştim, ama bir şekilde hep akamete uğradı; ta ki Kampana‘ya kadar.

İlk romanınız Kampana karanlık ama canlı ve sağlıklı bir dille kurulmuş bir roman. Roman formunu tercih edişinizi ve seçtiğiniz dili, dil ile kurduğunuz ilişkiyi konuşmak isterim..

Yazmak hususunda benim için çok belirleyici bir figür olan Reha Mağden kadar iyi bir hikâyeci olmadığım için başlangıç itkisini aldığım cümleyi final cümlesine bağlayacak anlatı kendi kendinin içine açıldı ve sonuçta Kampana bir romana dönüştü. Elbette bu kendiliğindenciliğin akışına bırakılmış bir süreç değildi, 10-11 bölümlük bir tretman zihnimde ve notlarımda mevcutken yazmaya koyuldum; bu bölümler yazma süreci içinde uzadı, kısaldı ya da yer değiştirdi elbette.

Canlı ve sağlıklı dil yorumu için teşekkür ederim. Birbiriyle sadece romanın başında ve sonunda temas kuran iki merkez figürün –kuzgun ve bölünmüş anlatıcı– ilişkisini benzer bir dil kullanmaları yoluyla da işlemeye çalıştım. Bu dilin kuzgunda, tam da temsil ettiği toplumsal belleğin yoğunluğu ve bir kuş olmasının gevezeliği itibariyle uğultulu ve ritimli bir koşturmacayı; bölünmüş benlerinden artakalan ve final sorgulamasında eylemsizliğini keşfeden anlatıcıda ise her şeyi romantize etme, edebileştirme eğilimini sergilemesini arzuladım.

Kampana’nın anlatıcı kahramanı kendi içindeki diğer benlerini keşfeden ve toplumsallaşmayla ilgili sorunları olan –ya da o normaldir diğerleri sorunludur– biri. Ama buna, kendi içine dönerek işgüdüsel bir kaçıştan ziyade keşfettiği benlerden sosyalleşecek olanı hazırlayarak karşılık veriyor. Kuracak cümle çalışıyor, çalıştığı diyalogların dışına çıkmamaya çabalıyor. Neyi işaret ediyor bize bu kahraman?

Saydığım “unsurların” hepsi birbiriyle bağlantılı olmak üzere ekonomik, sosyal ve de ideolojik müesses nizamın, egemen uzlaşının kişiyi herkesleşirken hiçkimseleşmeye maruz bıraktığı basit cümlesiyle yola çıkıyoruz. Bu müesses, bizi normal ile anormal arasında bir seçim yapma sorumluluğuyla, kocaman bir gri bölgede kim olduğumuz sorusuyla başbaşa bırakıyor ve açıkçası bu kimlik sorgulaması içinde de düzen hüküm sürmeye devam ediyor. Yine basitleştirerek “gündüz beni” ve “gece beni” olarak ikiye bölünen karakterimizin yolculuğunun bittiği –ya da yeni bir yolculuğun başladığı– nokta ise beni asıl ilgilendiren yer; kim olduğumuz sorusundan ziyade, ne yaptığımız sorusu.

Bilinçte yarılma yaşayan ve ötekini keşfeden roman kahramanlarına baktığımızda kiminin genelevde (Turgut Özben’in Olric’i) kiminin apartmanda (Hüseyin Kıran’ın Resul’ü) bu keşfi gerçekleştirdiğini görüyoruz. Peki Kampana’da anlatıcı kahramanın benlik bölünmesinin uzamı neden askerlik?

Tam da az önce andığım müesses nizam yahut egemen uzlaşının, zor yoluyla bireyi kırdığı yer olduğu ya da böylesi nizama çekme mekân/kurumlarının bizzat nizamiye adını taşıyanı olduğu için. Talim ve terbiye var elbette bir de… Psikolojik bir araz, bir delilik, bir anormallik hali değil benim için bilinçte yarılma, oldukça kolektif ve toplumsal bir mesele. İnsanın doğası, insanın normali, insanı insan yapan şey gibi tepeden inme bir egemen kabul edilirlikten yahut örüntüden değil, birbirinin gözlerine bakan iki insandan, birlikte bir hikâye başlatan iki insandan ortaya ne çıkacağını mesele ediyorum, ya da bir insanın içindeki iki yahut daha fazla kutbun çatışma ve barışmasından elbette.

Çoğu yazarın, sözü teslim etmek için ihtiyaç duyduğu anlatıcı kendinden izler taşır. Bu bağlamda Kampana’nın yaşamınızla kesişen yerleri var mı? Benlik savaşının çaresizliğiyle –eğer böyle bir şey mevcutsa- başetmenizi sağlayan bir roman mı oldu? Kitaptaki karakterlerle aranızdaki mesafe nedir?

Bu soruyu ben yanıtlayamam, benim adıma başkası yanıtladığında da mutlaka eksik kalacaktır. İnsan ne kadar kavranabilir. Kampana‘nın kahramanları ne kadar ben? Benim için hiç ben değiller; ama elbette benim zihnimde bir yerde yaşayıp, orada kendi dünyalarını kurmuşlar, o zaman ne kadar ben olmayabilirler ki? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, 36 yaşında, zorunlu askerlik vazifesini yerine getirmiş bir birey olarak kendi tecrübemden bir sürü unsur romanın içine sızmıştır; ancak kendi hayatımı da sürdürmeye çalıştığım biçim uyarınca söylersem, sızdıkları her yerde bu unsurları bekleyen tek bir kader vardır, sorgulanmak.

İnsan Kampana’yı okuyunca sizin bir şair olduğunuza hükmediyor zaman zaman. Ama şiiri de romana yaymışsınız gibi. Salt bir şiir kitabı beklentisi içine girebilir miyiz sizden?

Klasik şiir biçiminde yazdığım tek şey editörüm Mehmet Said Aydın ile Selin Fişek Aydın’ın nikah andacı olarak hazırlanan kitapçıktaki teşebbüsümdü, ki dahasına cüret edemem. Şiirin kaidesini bilmiyorum, ama ritimli bir düzyazıya meftunum; cümlelerin tasvir etmeye çalıştığı atmosfer, duygu dünyası ve hikâyeye hecelerin yanyana gelerek yahut izleyen kelimelerde belli bir düzen içinde tekrar tekrar karşımıza çıkarak sundukları uğultu, çağlama ya da sessizliğe hayranım. Basitçe bunu becermeye çalışıyorum, yahut yazarken bu müziği duyuyorum.

Kampana her okumada yeni anlam katmanlarının keşfedilebileceği bir roman. Ayna, ikizlik, çan, kilise, orman, mağara ve daha birçok metaforla yüklü ve metni çözebilmek için gerekli anahtarların metnin köşelerine bırakıldığı bir kitap. Bu kitap son ana kadar bir erkek anlatısı şeklinde ilerliyor fakat finalde bir dişi, yazının sahnesine çıkıp anlatıyı sonlandırıyor. Ya da bittiği anda çözülmek üzere yeniden başlatıyor romanı. Nasıl okumalıyız bunu?

Yıllardır sevdiğim metinlerde olan şeyi taklit etmeye çalışıyorum – başarmanın oldukça zor olduğu Douglas Adams hınzırlığını mesela; yahut yazmak deyince aklıma sadece –biraz ağdalı ve zaman zaman haddinden fazla olmakla birlikte– bu geliyor. Birkaç katman, birbirinin tür olarak uzağında yahut tarihsel olarak bambaşka bağlamdaki metinlerden, kelimelerden pastişler, okuyucu için küçük bilmeceler, aynı referanslara sahip ya da küçük kelime oyunlarından aynı tadı olan insanlar için hikâyenin içinde bir teneffüs, bir tebessüm anı.

Sorunun ikinci kısmı için vereceğim yanıt ilk kısmı kadar muğlak, küçük oyunlar, müphem göndermeler minvalinde değil; bu net bir dramaturgik tercih. Kampana, görünüşe göre bir erkek hikâyesi. Hikâyemiz bir kışlada, büyük ötekisi hem fetih hem de ıslah etmeye çalıştığı kadınlık olan bir diğer erkeklik inşa alanında geçiyor. Bu dünyanın değerleri, erkek egemenliğin kadına yüklediği korkaklık, zayıflık, tuhaflık, anormallik gibi hasletlerin zıttı olacak şekilde belirleniyor. Ancak bizim karakterlerimiz de sorunlu, anormal, bu bağlamda yeterince erkek olamayan karakterler. Elbette hesaplaşmaları doğrudan erkeklikleriyle değil. Ancak kendi kaderlerini ellerine aldıkları, tuhaflıklarını görünür kılmaya karar verdikleri noktada hikâyelerinin kapanıp, başka bir dünyada, mücrim bir mirası taşımak zorunda bırakılmış ve hayata karşı direnişi ölmemek olan bir kadının mücadelesinin son anlarına bakan bir hikâyenin açılması Kampana‘nın meramını anlatmak için belirleyiciydi. Sorgulama, buluşma, eğleme, selamet ve tekrar sorgulama.

Kampana’nın sonsözünde romanda yaptığınız alıntıların kimlerden olduğunu belirtiyorsunuz. Bunları beslenme kaynaklarınız olarak görmek mümkün mü?

Bunlar ve elbette başkaları. Hiçbir hikâyeyi, cümleyi yahut kelimeyi salt kendi buluşum olarak göremem. Zihnimin içinde onlarca cümle ve hikâye var. Bunları okudum, dinledim, izledim. Ben kendi zihnimdeki meçhul algoritma ve yazabilme melekelerimin elverdiği çerçevede bunları belli bir biçimde iç içe örüyorum. İnsanlığın ve tarihin bir parçası olarak, benden öncekilerin ve çağdaşlarımın anlatısının bende yarattığı esinle bir hikâye daha anlatmaya çalışıyorum daha fazlası değil.

İpek Bozkaya – edebiyathaber.net (13 Mart 2018)

Yorum yapın