Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu seferki misafiri Betül Tarıman oldu. Tarıman, “Yurt içinde ve dışında onca kent gezmiş biri olarak bu kentleri bir canlı gibi düşünüyorum. Onlar da nefes alıp veriyor, üzülüyor, seviniyorlar. Kentte yaşayanların acısı, sevinci onlara geçiyor ya da onların acısı kederi kentin yaşayanlarına. Mekânlar, onların bana hissettirdikleri benim için önemli. Oralarda hayat buluyorum.” diyor.
-Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…) Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi?
Neredeyse yolumun geçmediği şehir kalmadı. Önceleri babamın memuriyeti nedeniyle onun peşi sıra Anadolu’nun pek çok kentini gezdik. Bu kentler beni zenginleştirdi. İzmir hayal meyal hatırladığım bir kent olarak belleğimde kazılı duruyor. Deniz kenarında bir apartman dairesinin ilk katında otururduk. Babamın bir sandalı vardı. Bizler için büyüleyici bir yerdi evimizin bulunduğu yer. Tabii ki unutulmazlarım arasında yer alan Bingöl ve çocukluğumun bir kısmının geçtiği Akçay’ı da burada anmam gerek. Fakat Bingöl’ün bende ayrı bir yeri var. Az daha büyüdüğümüz zamanlardı. Babamın tayini İstanbul’dan Bingöl’e çıkmıştı. Daha önce adını bile duymadığımız bu kenti merak ediyorduk. O dönemde pek küçük olan Bingöl’e adımımızı attığımızda kente içimiz ısınıvermişti. Orada ilk kez karı görmüş, apartman dairesinin soğuk duvarları arasından kurtulmuş, sokaklarda arkadaşlarımızla hava kararana dek oynamaya başlamıştık. Sonra Erzurum, ardından Konya. Konya deyince beni bir düşünmektir alıyor. Nedense bu kente ısınamadım. Yolumu o kentten ayrıldıktan sonra bir daha düşürmek istemedim. Üniversiteyi Ankara’da okudum. Ankara’ya, özellikle üniversite yıllarıma dair güzel anılarım var. Ve elbette Trabzon. İlk görev yerim Trabzon’u unutmam mümkün değil. Akçaabat – Derecik nahiyesi, 1945 yılında yapılmış eski bir lise binası… Ardından zorunlu hizmet görevimi yapmak üzere gittiğim Kastamonu. İlkler kentinde ilkleri yaşadım. Orada evlendim, kızım Eylem dünyaya geldi. İlk kitabım Ay Soloları orada okurla buluştu. Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi (WALD) Mahalleleri ve Muhtarlıkları Güçlendirme Projesi kapsamında gönüllü olarak çalıştım. Oğuz Atay ve Necatigil adına panel, sempozyum düzenlenmesine katkı sundum. Rıfat Ilgaz adına beş yıl kadar süren yarışmanın kuruculuğunu üstlendim. Şimdilerde tarihi çok eskilere giden Antalya’da yaşıyorum. Akdeniz ikliminin hâkim olduğu bu kent beni doğası ve tarihi ile besliyor. Fakat ben en çok gezip gördüğüm kentlerden kelimelerimi Bingöl’de buldum. Benim için masal kent görünümünde olan Bingöl beni hala etkilemeye devam ediyor. Belki de bu yüzden bir kitabımın adı Kardan Harfler ise diğerinin adı Kar Merdiveni.
-Diliniz, hangi (ş/n)ehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Deniz’in kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?
Öncelikle yaşadığım coğrafyanın yatağından beslendi, besleniyor. Çünkü pek çok anlamda zengin bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu coğrafya binlerce yıllık tarihi olan bir coğrafya. Ayrıca yurtdışına gittiğimde farklı dilde, inançta, kültürde insanlarla karşılaştım. Kendimi bir dünya insanı olarak görüyorum. Gezip gördüğüm her yer, insandan beslendiğimi söyleyebilirim. Kıyı kentte yaşamanın da bana kattığı pek çok şey var. Uzun yıllar Kastamonu’da yaşadıktan sonra Toroslar ile kucaklaşan Akdeniz’i kimi kez uzaktan seyretmek, bir koyda bedenimi sulara bırakmak elbette güzel. Ayrıca kıyı boyunca antik kentlerle karşılaşmak, bir zamanlar ticaret yapmak amacıyla kente gelen insanların adımladığı yollarda yürümek de. Hırçın dalgaların şimdilerde harabeye dönmüş kentlere söylediği çok şey var, karanın da. Birbirleri ile dertleşir gibiler. Karada derin bir yalnızlık, keder bulurken denizde dinginlik kimi kez de hırçınlık buluyor, bazen her ikisini de kendime benzetiyorum.
-Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?
Zorunlu hizmet görevimi yapmak için gittiğim Kastamonu’nun hayatımda önemli yer tuttuğunu söyleyebilirim. Trabzon’dan sonra gittiğim bu kenti çok sevdim ve bu kentle bütünleştim. Bir zamanlar bu kentte iz bırakmış dönemin önemli şahsiyetleri ile aynı havayı solumaktan mutluluk duydum. Öyle ya Necatigil, Rıfat Ilgaz, Oğuz Atay bu kentten geçmiş, çeşmelerinden su içmiş, dünyaya bu kentten bakmışlardı. Benim için önemli bir kentti Kastamonu. Ayrıca ahşap konakları, ara sokakları, kapı önlerinde oturup sohbet eden insanları ile de… Bu nedenle zaman zaman fotoğraf makinemi alıp ara sokaklarında gezindiğim bu kenti unutamam. Özellikle demli bir çay eşliğinde dinlenmek üzere gittiğim Münire Hatun Medresesi’ni. Kütüphanesi, bir zamanlar öğrencilerin kaldığı şimdilerde yöresel ürünlerin satıldığı küçük odaları, bahçenin tam ortasında yer alan mini şadırvanıyla benim için özel bir mekândı. Şimdilerde ise Kaleiçi. Kaleiçi nedense bana Kastamonu’yu hatırlatıyor. Fakat burası daha farklı. Roma döneminden kalma Hadrianus kapısı bir yana kiliseleri, ahşap konakları, limanı ile bana pek çok bakımdan ilham veriyor. Sanırım ben, beni dünle buluşturan, zenginleştiren ruhu olan kentleri seviyorum.
-İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?
Kastamonu’da bulunduğumuz yıllarda kendime bir dünya kurmuştum. Mutluydum o dünyada. Kentin ufaklığı benim için önemli değildi. Edebiyat dergileri, kitaplar, projeler, atölyeler, yazdıklarım ve kızımla hoşça vakit geçiriyordum. Bir süre sonra Antalya’ya geldik. Antalya’ya çok gelmek istemesem de zaman içerisinde bu farklı iklime alıştım. Anadolu uygarlıklar beşiği. Yaşantımı sürdürdüğüm Antalya’da öyle. Özellikle daha önce belirttiğim gibi Kaleiçi beni zenginleştiriyor. Binlerce yıl önce kentte yaşamış insanların yürüdüğü yollarda yürüyor olmaktan keyif alıyorum. Bazen durup eski bir evin duvarına dokunuyor, adeta kentin kalp atışlarını dinliyorum. Saat kulesinin önünden geçerken bir zamanlar insanların durup saate baktıklarını düşünüyorum. Limana indiğimde bir zamanlar ticaret yapmak için tüccarların gemilerini limana demirlediklerini hayâl ediyor ardından ara sokaklardan birine dalıyorum. Bu benim için keyifli bir yolculuk. Çünkü bu uzun yürüyüşler sırasında aklıma bazen bir dize düşüyor bazen de bir masalın temelleri bu ara sokaklardan birinde atılıyor. Ve elbette Toroslar… Farklı bir bitki örtüsüne sahip Toroslar… Antik kentler, şelaleler, kanyonlar ve daha neler neler… Bulup çıkartmak keşfetmek kenti. Seviyorum yazları sıcak geçen bu Akdeniz kentini. Bu kentten besleniyor, her seferinde kentle birlikte yeni bir yolculuğa çıkıyorum. Fakat eski Antalya’yı düşününce de üzülmüyor değilim. Bir kere şehir büyümüş, neredeyse yeşil alan kalmamış. En yeşil alan mezarlık ve evimin çok yakınında bulunan Narenciye Bahçesi. Denize yakın yerlerde daha doğrusu falezlerde yüksek binalar yükseliyor. Ayrıca eskiden şehrin içinde su kanalları bulunurmuş. Bunlar da şimdilerde yok. Doğal olarak şehir nefes almıyor. Özellikle yeşil alanların zaman içerisinde yok olması insanı üzüyor. Antalya’nın yerlileri ile konuştuğumda onlar da şikâyetçiler. Öte yandan belki de her şehirde olduğu gibi şehrin bir de diğer yüzü var. Dışardan gelenler tabiri caizse şehrin makyajlı yüzünü görüyorlar. Arka sokaklar, mahalleler daha farklı. İnsan şehrin bu yüzünü gördüğünde kederleniyor. Hayatın telaşı bir yana ekonomik sıkıntı çekenler, göç edip gelenler kim bilir daha kimler şehrin arka sokaklarını mekân eylemişler kendilerine. Şehir çok göç aldığından birden büyümüş. Yerli halkın çoğu geçimini seracılıktan sağlıyor. Ayrıca yerli yabancı turistlerin de gözdesi bir kent Antalya. İş hayatından, okumak ve yazmaktan arta kalan zamanlarda insan soluğu dağlarda alabiliyor. Phaselis, Termassos, Aspendos, Kibyra, Perge antik kentleri ve Gelidonya Feneri hala ilgi çekici. Lakin mekânda zamanın, zamanda mekânın ruhu yeni ortamlara zemin hazırlıyor.
-Hem büyüklere yazıyorsunuz hem küçüklere… “Kaleiçi’ndeki Sır” mesela. (Kaleiçi’nin meşhur kedisi Orfoz ve sinek arkadaşı Pertev’in, kayıp bir tarihi eserin ardına düşmelerini anlatan bir kitap bu.) “Hadrianus Kapısı” desek, “Hıdırlık Kulesi” desek, “Kaleiçi Evleri” desek… Tarihçiliğinizi ve fotoğraf merakınızı da katarak, yaşadığınız şehrin kadim mekânlarına dair neler söylersiniz?
Binlerce yıllık tarihi olan bir kentten, Antalya’dan söz ediyoruz. Antalya deyince insan biraz duruyor. Nasıl ki Roma’ya gittiğimizde adım attığımız yer tarih kokuyorsa bu Antalya için de geçerli. Doğal olarak hem büyüklere hem küçüklere yazdıklarım yaşadığım kentten izler taşıyor. Değil dağlarını sokaklarını gezerken, Kaleiçi’nde dolaşırken bile bir kazı çalışmasına tanık olabiliyorum. Bu heyecan verici. Kaleiçi’nin dar sokaklarında gezerken, Kandiller Sokak’tan geçerken gözüme çarpan bir şeyi fotoğraflamaktan mutluluk duyuyorum. Bu bazen bahçe duvarından güller sarkan eski bir ev bazen kilise bahçesinde gezinen bir kedi bazen de bir cami avlusunda yemlenen kumru oluyor. Doğrusu bu ya binlerce yıl önce birilerinin adımladığı sokaklarda yürümek kim bilir kimlerin hangi hayâl ve düşüncelerle dolaştığı sokaklarda dolaşırken düşüncelere dalmak bana mutluluk veriyor. Açıkça bu kentin bana ilham veren sokakları, evleri, mekânları bitmesini istemediğim düşler gibi.
-“Mekân” kavramı olmadan şiir/yazı yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?
Daha önce de söylediğim gibi mekânların ruhu olduğuna inananlardanım. Yurt içinde ve dışında onca kent gezmiş biri olarak bu kentleri bir canlı gibi düşünüyorum. Onlar da nefes alıp veriyor, üzülüyor, seviniyorlar. Kentte yaşayanların acısı, sevinci onlara geçiyor ya da onların acısı kederi kentin yaşayanlarına. Mekânlar, onların bana hissettirdikleri benim için önemli. Oralarda hayat buluyorum. Başka bir dünyaya gidip geliyorum. Örneğin Budapeşte benim için öyle bir kentti. Bir zamanlar sokaklarında gezerken bu kentte yaşayabilirim diye düşünmüş, kendimi oraya ait hissetmiş Kafka’nın Prag’ında gezerken de kendimi büyülü bir ortamda hissetmiştim. Evet, Prag’a defalarca gidebilir Karl köprüsünden defalarca geçebilir, tarihin o gizemli kokusunu defalarca içime çekebilirim. Bu taş evleri, dar sokakları ile aklımdan bir türlü çıkmayan Mardin için de geçerli. Lakin epey önce gittiğim Litvanya için de durum farklı değil. Litvanya’yı diğer Avrupa kentlerine göre daha farklı bulmuştum. Orada yaşasaydım neler yazardım? Bunu düşündüğümde farklı olacağını düşünüyorum.
-Çocukları “şiir”e çağırırken, içinde bulundukları “şehir” kavramıyla ilgili neler söylersiniz?
Yaklaşık on üç yıldan bu yana çocuk edebiyatı ile ilgileniyorum. Yaşadığım kentlerin beni etkilediğini, bu kentlerden izlerin çocuklar için yazdığım şiirlere de yansıdığını söyleyebilirim. Ayrıca çocuklar deyince aklıma birden farklı mekânlarda renklenmiş, çocukluğum geliyor. Bizler neredeyse oyuncakları olmayan, oyunlarını kurgulayan, çocuklardık. Televizyonun olmadığı, bilgisayarın hayatımıza girmediği yıllardan geçip bu günlere geldik. Şimdilerde neredeyse herkesin elinde bilgisayar, telefon var. Hayat değişti. Dolayısı ile çocuklar için yazılan şiirler de. Eskiden çocuklar şehrin kalbine dokunurlardı. Şehrin kalbine dokunmak bir yana şimdilerde çocuklar sanal bir ortamda yaşıyor, sanal oyunlar oynuyorlar. Bunu kaygı ile karşılıyorum.
-“mavi handa bir kunduracı bir oğul bir de/ oğul kâğıt gemiler yollar limana/ liman duvarlarında siyah boyunlu kumrular ağlar/ gider gelir oğul odada kızlar susar/ ben bahçe isterim çokları nar/ içimden şehirler geçer ve/ içimde alevden sayfalar” diyorsunuz bir şiirinizde. İçimizden geçen şehirler ile içimizdeki alevden sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da…
Daha önce de söylediğim gibi babam memurdu. Memuriyeti nedeniyle pek çok kent gezdik. Neredeyse babamın tayini iki bilemediniz üç yılda bir çıkardı. Bu bizler için garip bir duyguydu. Bir taraftan acaba bu kez nereye gideceğiz diye meraklanırken bir taraftan da içimizde garip bir hüzün ailecek yola koyulurduk. Bu her seferinde böyle olurdu. En çok Bingöl’den ayrılırken üzüldüğümü hatırlıyorum. Gerçekten de o kentten ayrılırken içimde alevden sayfalar açılmış, bu sayfalar uzun süre kapanmak bilmemişti. Tabii uzun yıllarımı geçirdiğim Kastamonu’yu da unutmamak gerek. Şehirle öyle bütünleşmiştim ki oradan ayrılırken bir sevgiliden ayrılır gibi hüzünlenmiş bu hüznü bir süre içimden atamamıştım. Bu nedenle uzun zaman içimde kanayan bir yara gibi durdu Kastamonu. Şimdilerde ise adeta bir rüya benim için bu kent. Orada ben mi yaşadım, o havayı ben mi soludum? Bu gibi soruları zaman zaman kendime sormuyor değilim. Ayrıca az önce söylediğim gibi şehirlerin ruhu olduğuna inananlardanım. Acı çekip üzüldüklerine, sevindiklerine… Hüzünlenir şehirler bir yerlerine bir şey olduğunda, sevinirler, kızarlar… Hele düne dair değerler yitime uğruyorsa onların da içinde alevden sayfalar açılır.
-Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?
Her kentin dünden ses veren önemli kişileri vardır. İnsan zaman geçse de onlar unutulsun, ortaya koydukları ürünler belleklerde taze kalsın ister. Evet, haklısınız şimdilerde yeni sokaklar genellikle numaralı. Oysa ben yaşadığım kentin (Cahit Külebi, Ahmet Hamdi, Tanpınar, Kandiller ) sokaklarında yürürken mutluluk duyuyor, Perge, Termessos Bulvarı, Lara, Likya Caddesi’nden geçerken binlerce yıl öncesine gidiyorum. Bu nedenle dünde iz bırakmış kimliklerin, yerleşim yerlerinin adlarının yaşamasını, böylece devam etmesini istiyorum. Hatta bunlara parklar, eski binaların koruma altına alınması da dâhil. Yıllar önce Polonya ve Viyana’ya gittiğimde bir zamanlar kim bilir kimlerin oturduğu yüzyıllık ağaçların altında bir bankta oturup nefeslenmiştik. Nedense bizde dünden şimdiye kalmış parkların sayısı çok az. Koruma altına alınmış kentler dünün izlerini taşımıyor. Mesela İtalya’ya gittiğimde bir Orta Çağ kenti Siena’da iki gün geçirmiş, kentin korunmuş dokusu karşısında hayretler içinde kalmıştım. Burada, yaşadığım kentte ne yazık ki Kaleiçi’ni çok sevmeme rağmen eski halinden çok şey kaybettiğini görerek üzülüyor, belleksiz, ruhsuz kentleri sevmiyorum.
-“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?
İstanbul’da yaşasaydım Sait Faik derdim ama uzun zamandır Antalya’da yaşadığım için Tanpınar’ın kapısını çalar, ona Şehir de Sorulmakmış Kendinden şiirimi okumak isterdim.
-Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.
Şiiri, sinemayı, öyküyü seviyorum. İçinden şehir geçenleri daha çok. Sinema deyince akan sular duruyor. Paris Seni Seviyorum, Roma, Köprü Üstü Âşıkları şimdilik aklıma gelen üç film. Sait Faik Abasıyanık’ın Son Kuşlar, Gogol’un Burun, Tarık Dursun K. İmbatla Dol, Kalbim öykü deyince aklıma gelenler. Şiirde de üç şiir adı söylememi istemişsiniz. Yahya Kemal Beyatlı’nın Kaybolan Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Bursa’da Zaman, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Büyük Şehirleri Takdim Ederim şiirleri ilk anda aklıma gelenler.
-Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?
Edebiyatı bir şehre benzetseydim Mardin’e benzetirdim. Bir kere masalsı bir kent. Geçmişi binlerce yıl öncesine dayanan bu kentte farklı dil ve inançta Subariler, Asuriler, Sümerler, Süryaniler, Ezidiler, Araplar, Ermeniler, Türkler, Kürtler yaşamışlar. Bu da bir zenginlik. Bu edebiyat içinde geçerli. Öyle değil mi?
edebiyathaber.net (4 Temmuz 2022)