Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu seferki misafiri Emrah Öztürk oldu. Öztürk, “Don Quixote’tan bu yana bütün modern edebiyat aslında mekânsal bir eylem. Mekân olmadan elbette öykü pek mümkün değil. Fakat aynı şey mekânlar için de geçerli. Mekânlar da öyküsüz olunca karakterleri pek oturmuyor. Mekân ile öykü arasında bir sarkacın gidiş gelişi gibi ebedi bir bağ var. Birbirlerini var ediyorlar.” diyor.
Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…) Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi?
Kıbrıs’taki bütün şehirler (Lefkoşa, Girne, Limasol…) en az birkaç defa bana dokunmuştur. Ancak benimle sıkı bir bağ kuran esas Kıbrıs şehri Lefkoşa’dır.
Öte yandan Türkiye’den de gittiğim, bulunduğum, anılar biriktirdiğim birçok şehir sayabilirim: Antep, Antakya, Giresun, İzmir, Ankara… Ancak çeşitli semtlerinde 4 yıl kadar kaldığım İstanbul’un yeri apayrıdır.
Bununla birlikte İngiltere’de geçirdiğim zamanlarımı da göz ardı edemem. Londra’nın yanı sıra Sunderland şehri de benim için özeldir.
Diliniz, hangi (ş/n)ehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?
Çocukluğumun ilk kısmını (Lefkoşa’ya bağlı olan) Balıkesir köyü; Güzelyurt kazasıysa ikinci kısmını oluşturuyor. Bu iki yer benim için çok önemli. ‘Çekirge Toplayan Çocuklar’ ile ‘Limon Yağmuru’ adlı öykülerim buralardaki anılarımla örülüdür.
Yazmaya, kitaplara, edebiyata olan bağımı pekiştirdiğim esas şehir İstanbul olmuştur. Şimdi burada anlatması güç olan binbir türlü detayla bana yazı sevgisi vermiştir. ‘Pera Tepesi’nde’ İstanbul’da ilk kaleme aldığım öyküydü. İlk yayımlanan öyküm de o oldu (Varlık Dergisi).
Ayrıca, İstanbul yazarlık kimliğimin gelişiminde büyük katkı sağladıysa da bu kimliğin ilk varlık gösterdiği yer Sunderland’dır. Küçücük bir öğrenci şehridir. Herkes evine döndüğü için yazları çok ıssız olur. İşte o ıssızlığında yakalamıştım Sunderland’ı. Newcastle’a giden trenleriyle, soğuk nehirleriyle, sessizliğiyle kendi kendime kalmamı, kalemimi oynatmamı sağladı.
Sekiz yıldır Lefkoşa’dayım. Düzenimi burada kurdum. Anlatamıyorum’un neredeyse bütün öyküleri burada çıktı. Yakın zamanda çıkmasını umduğum üçüncü dosyamdaki öyküleri de yine burada yazdım. Öyle görünüyor ki bundan sonra anlatacağım bütün hikâyeleri bu şehirde kaleme alacağım.
Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?
Şehirlerdeki gökler beni çok etkiler. Mesela bana göre; Antakya’da Uzun Çarşı, Asi Nehri’ne bağlanır; Asi Nehri de göğe doğru akar. Tatlı bir suya benzer orasının göğü.
Sunderland’in gökyüzüyse bol bulutludur. Mavisi koyu mavidir. Bulutlar hep bir akış içinde. Sanırım en çok o apak nehirleri izlerken düşünmüşümdür sonsuzluk nedir, diye.
İstanbul’un göğünü de unutamam. Turkuaz rengi balıklar uçuşur hep boğaz boyunca.
Bir de Lefkoşa var tabii. Sarı, tozlu bir perde var hep. Sanki birisinin karmaşık hislerle anımsadığı bir hatırayız burada. Karmaşık, eksik, sancılı. Ama etkili de aynı zamanda. Çocukken bu gökyüzü bana çok şey verdi.
İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?
Lefkoşa bazen beni istemiyor. Git diyor, ben tanınmayan, bilinmeyen, görülmeyen, göz ardı edilen bir yerim… Kötü insanların ellerini yıkadıkları çamurlu bir suyum, git kendine ‘resmi olarak tanınan’ bir yer bul. Böyle tam ortasından barikatların geçtiği, böyle yarım, düğüm düğüm bir şehri ne yapacaksın, diye soruyor. Bende hiçbir şey doğru dürüst değil, hiçbir şey tam anlamıyla değil, diyor bana… Ama sonra nasıl oluyorsa o çamur yıkanıp gidiyor. Bir sokak köşesi, bir yokuş, eskimiş bir tabela, bir çiçek kokusu… gitmemi imkânsız yapıyor. İşte belirli bir mekândan ya da yerden ziyade Lefkoşa’nın bu hâli beni besliyor, diyebilirim.
Ancak ilham, yazma motivasyonu ya da üretme arzusu bakımından İstanbul çok başkadır. İnsanıyla, edindiği edebi kültürle, ortamıyla, ortamlarındaki tarihi / belleğiyle İstanbul, bir yazarı gerçekten emziren, büyüten bir şehir.
“Yastığından düşen kül rengi bir güvercin tüyü odanın sessizliğini yazıyordu havaya. Bıraksam beni de yazacak, öyküsüne dâhil edecekti.” diyorsunuz bir öykünüzde. “Mekân” kavramı olmadan öykü yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?
“Matbaa, yazıyı mekânlaştırdı,” diyor David Harvey. Dolayısıyla Don Quixote’tan bu yana bütün modern edebiyat aslında mekânsal bir eylem. Mekân olmadan elbette öykü pek mümkün değil. Fakat aynı şey mekânlar için de geçerli. Mekânlar da öyküsüz olunca karakterleri pek oturmuyor. Mekân ile öykü arasında bir sarkacın gidiş gelişi gibi ebedi bir bağ var. Birbirlerini var ediyorlar.
Soruya yanıt verecek olursam; hayır. Mekânıyla bağ kuramadığım bir öykü yazamazdım. Zaten o kurmaca veya gerçek mekânla ilişkimde kopukluk olmuşsa oradan bir öykü de çıkarmam mümkün değil.
Hem öykü yazıyorsunuz hem sinema alanında akademik çalışmalar yapıyorsunuz bildiğim kadarıyla… Eğitimci yanınızı da katarak, şu sıralar bulunduğunuz/yaşadığınız şehrin kadim mekânlarına dair neler söylersiniz? (Özellikle sinemasal açıdan…)
Bana göre bir kentte ‘kaldırım’ olmalı. İnsanlar yürüyebilsin. Karşılaşabilsin. Havayı koklayabilsin. Etrafı, değişimi, gövdeleri, renkleri, devinimi görebilsin. Lefkoşa bu bakımdan çok yoksul. Toplu taşıma imkânları çok kısıtlı olduğu için insanlar, mekânsal – sosyal iletişimden uzak çözümler üretiyorlar. Günün sonunda da düşünceleri kopuk, kendi iç dünyalarında izole yaşayan insanlar oluşuyor. Bütünün bir parçası değilmişler hissinde yaşıyorlar. Öte yandan şehir belleğinin de çok güçlü olmadığı ortada. Kadim mekânların restorasyonu başarılı olsa da sadece turistik düzeyde değerliler. O mekânları tarihsel bağlamında hatırlayamadıktan sonra neye yarar? Tüm bunlar, daha önce sözünü ettiğim ‘karmaşaya’ bağlanıyor. Lefkoşa’nın ışığı güzel, sinematografik resim vermek konusunda da oldukça cömert. Binbir çeşit hikâye de barındırıyor içinde. Ama üzülerek gördüğüm şey; kaldırımsız, zayıf bellekli bir şehrin suskunluğu.
Uçarı, narçiçeği renginde bir leğenin öyküsünü anlatmıştınız ilk kitabınız “Limon Yağmuru”nda. “… konaktaki o ilk günümle başlar naçiz ömrümün hikâyesi.” derken aklımıza bir eski İstanbul kartpostalı gelmişti. “Artık çakşır şalvarların, feracelerin ve yaşmakların yerine nahoş kokulu, birbirinden farklı alafranga kıyafetler yıkıyordum; redingotlar, istanbulinler, göğsü kolalı gömlekler…” Size bir çamaşır leğeninin ağzından eski bir İstanbul konağını anlattıran o duygu neydi tam olarak? Nasıl dile döküldü?
Ahmet Hamdi Tanpınar “rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner” diyor ya şiirinde işte öyle ortaya çıktı leğenin hikâyesi. Eşyalarımız, evimiz, sokağımız, semtimiz… şehirlerimiz… hepsi de birer sünger gibi. Yaşamı emiyorlar. Dikkatli bakana en küçük eşya bile ne hikâyeler anlatır, değil mi? Ben de önemsiz bir plastik leğen, ülkenin değişimine tanık olsa, tanık olduklarını da anlatsa nasıl olurdu acaba, diye düşünerek geliştirdim öyküyü.
İlk başta ‘Bir Leğenin Hikâyesi’ adını vermiştim ona. 2012 senesinde Tarık Dursun K. Öykü Yarışması’nda seçici kurul ödülü kazanmıştı. İzmir’e gidip de üstadın elinden ödül almayı ne çok istemiştim fakat uymamıştı bir türlü bana. 2014’te Limon Yağmuru’na ‘Hikâye’ adıyla aldım öyküyü. Aldığım tepkilere bakarak diyebilirim ki okurların en sevdiği öyküm o oldu.
“Belki ötelerde, hemen önümde durmakta olan ben’den daha az sıkıcı bir şey çıkar ümidiyle ayağa kalkıyorum. Bana beni unutturacak bir şey. Herhangi tuhaf bir şey. Benim rüyam bu, keşfetmeli, gezmeliyim.” diyorsunuz bir öykünüzde. İçimizden geçen rüyalar ile içimizdeki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür…
‘Zümrtü Vazo’ gibi veya üçüncü dosyamda yer alan ‘En Uzun Gece’ gibi rüya atmosferinde geçen öykülerim var. Kurgu ya da dil bakımından yazara büyük bir imkân tanıyor rüyalar. Ne var ki Gaston Bachelard’ın dediği gibi “rüyaların tarihi olmaz”. Çünkü rüyalarda kişinin özdenetimi yok. Sizin de alıntı yaptığınız ‘Hafif, Ezilmekte’ öyküm, bir rüyada irade kazanmak nasıl olurdu, sorusunun peşine düşüyor. Ama bu tatlı bir meraktan ötesi değil. Bence asıl güzel olanı; düşler. Gündüz düşleri. Kişinin zihni uyanıktır, neyi niye yaratmakta olduğunu, neden nasıl düşlediğini bilmektedir. Bana göre asıl keyif orada yatıyor. Elbette düşlerle rüyaların kopmaz bağları var. Hepsi de bilinçaltına uzanıyorlar. Ben de, tıpkı diğer tüm yazarlar gibi, yazarken bir bilinçaltı kazısı yapıyorum. Kendime dair keşifler yapıyorum.
Ayrıca son zamanlarda, üzerinde çalıştığım fantastik bir romandan ötürü, yazmayı düş kurmanın yanı sıra, Ülkü Tamer’in nitelediği gibi, bir ‘yolculuk’ olarak görüyorum. Yazı masamdan kalkıp da eşimin yanına gittiğimde sanki çok uzak yollardan gelmişim gibi hissediyorum.
Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?
Evet, daha önce de belirttiğim gibi Lefkoşa’nın belleği sürekli kan kaybediyor. Lefkoşa’ya has müstakil evler vardır meselâ. Dört yanı bahçeli, kiretmili, tek katlı, ön sundurmasının iki yanında nişleri olan… Bu evlerin hepsi teker teker yıkılıyor artık. Yerine çok katlı apartmanlar yükseliyor. Şehir, yama yama çarpık çurpuk büyüyor. İnsanı değil, ticari kârı merkeze alan bir düşünce hâkim. İsimler, sokaklar, her şey eriyip gidiyor. Keşke Lefkoşa için de bir İlhan Berk olsaydı da Galata gibi bir sokak atlası yazsaydı bize.
“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?
Oxford’un sokaklarında telaşla yürüyorum. Profesörün evinin kapısını çalıyorum. Küçük bir çocuk açıyor kapıyı. “Ben Chris, nasıl yardımcı olabilirim?” diye soruyor bana. Sonra da babasının evde olmadığını belirtiyor. Nerede olduğunu hemen anlıyorum. Günlerden cuma. Akşam çökmek üzere.
C.S. Lewis’le oturmuş bira yuvarlıyor olmalı. The Eagle and The Child adlı pub’a gidiyorum. Dışarısı beter soğuk. Ama içerisi bir anne kucağı gibi.
Profesörü hemen görüyorum. Sonradan Diana Wynne Jones olduğunu öğreneceğim bir hanımla sohbet ediyor. Hanımefendi birkaç müsvedde sunmuş profesöre. O da okumuş, notlarını iletiyor. Lewis ortalıkta yok. Yaklaşıp bir baş selamı veriyorum. Hemen bitiriyor sözünü profesör. Hanımefendi müsveddelerle kalkıp gidiyor.
“Müsait misiniz Bay Tolkien?” diye soruyorum.
Soğuk, ciddi bir şekilde başını sallıyor. Piposuyla ilgileniyor ancak kulağı bende. Muhtemelen beni öğrencilerinden birisi sanıyor.
“Giritli Ali Aziz Efendi’yi daha önce hiç duydunuz mu?” diye soruyorum.
Bir an durup düşünüyor. Çatık kaşlarıyla boşluğa bakıyor. Sonra da ‘Hayır’ diyor.
Hemen çantamdan İngilizce’ye tercüme ettiğim Muhayyelat-ı Ledünn-i İlahi’yi uzatıyorum. “Biliyorum bir kısmı Gibbs tarafından tercüme edildi. Ama bu tamamı.”
Piposundan dumanla çıkartıyor Bay Tolkien. “Nedir bu?” diye soruyor. Sesi aceleci ama bir o kadar da latif.
“Muhtemelen ilk yazılmış fantastik kurgulardan birisi. Görüş ayrıkları var.”
Keyiflendiği belli. Başıyla beni yanına buyur ediyor. Sakinlik içinde sayfaları alıp karıştırıyor. Bir yandan da bana sorular soruyor.
O kış gecesi, bir okur olmaktan, bir yazarın karşısında bulunup yazdığı metine karışmaktan öyle mutlu oluyorum ki…
Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.
Film olarak: 1) Bisiklet Hırsızları (1948), 2) Uzak (2002), 3) Bruj’da (2008)
Öykü olarak: 1) Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu (Haldun Taner), 2) Değişik Gözle (Necati Cumalı), 3) Bodur Minareden Öte (Yusuf Atılgan)
Şiir olarak: 1) Geyikli Gece / Göğe Bakma Durağı (Turgut Uyar), 2) Diyarbekir Kalesi’nden Notlar (Ahmet Arif), 3) Şehirde Bir Irmak (A Brook in the City, Robert Frost)
Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?
Edebiyatı benzeteceğim şehir sanırım Jorge Luis Burges’in öykülerinden pek farklı olmazdı. Önce; kesinlikle İstanbul olurdu burası. Ama gerçeğiyle pek fazla ilgili değil. Daha çok belleğin yoğurduğu, düşlenen, görülmek istenen, özlenen İstanbul olurdu bu. Bir ucu Prag’a bağlanırdı. Üç sokak öteye geçince St. Petersburg, Seine Nehri’ni takip edince Londra’nın Piccadilly Meydanı’na ulaşılırdı. Dino Buzzati’nin yazı atölyesi bulunurdu şehrin aşağı yakasında, Brooklyn Köprüsü’yle Poe’nun anıtına gidilen yerde. Eski Atina sokaklarını yürümek hepimize iyi gelirdi, Arthur Rimbaud’ya pek gelmese de. Yeraltı durağına inip Tokyo metrosuna binebilir dileyen. Geniş kaldırımlar, gaz lambalarıyla aydınlanan ıslak yollarda yalnızlarla çiftler dolaşırdı.
Dünyanın bütün şehirleri birleşip… Düşlerin, masalların, belleğin, umudun bütün şehirleri birleşip tek bir şehir olurdu. Evet, bence edebiyat o birleşime benzerdi.
edebiyathaber.net (3 Ekim 2022)