Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak ettik. Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım dedik. Köşemizin ilk misafiri Ethem Baran oldu. Baran, “Bulvarlardaki, isten, kirden, tozdan kararmış at kestanelerinden bir gecekondunun penceresindeki fesleğene ve çiçeğe durmuş sardunyaya, çatılardaki antenlerden otobüs duraklarındaki yılgın kalabalığa kadar şehrin pek çok ayrıntısı ilgi alanımdadır benim.” diyor.
Yolunuz hangi şehirlerden geçti? Geçtiğiniz yerlerden en çok hangisinde dur(akla)mak iste(r)diniz?
Yolum ve yolculuğum Yozgat’ta başladı. On yedi yaşımda oradan ayrılıp Ankara’ya geldim. Okul bitince ilk görev yerim Ağrı’ya gittim. Dört yıla kaldım orada. (Yarım adlı romanımda o kentin izleri vardır.) Babam emekli olunca kardeşlerimle birlikte Kocaeli/Karamürsel’e taşındılar 1990 yılında. Eşim Sinop/Gerzeli olduğu için bir ayağımız da Gerze’de, Karadeniz kıyısında. Kırk yıldır Ankara’dayım, evim, sevdiklerim, dostlarım burada. Belki bu yüzden kopamadım buradan. Ama deniz kenarında, küçük bir yerde durmak/ duraklamak isterdim.
Büyüdüğünüz şehrin (Yozgat) en unutamadığınız mekânları nereler? Yazarken, sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? Nasıl çoğalttı kelimelerinizi?
Çocukluk ve ilkgençlik yıllarımı geçirdiğim Yozgat’ı hayali bir kasaba ve o kasabanın bir mahallesine dönüştürmeye çalıştım. Şehir, mahalle, cadde kavramları o yıllarımı geçirdiğim Yozgat’ta kaldı. Oturduğumuz evi rahmetli babamla birlikte, ailenin en büyük çocuğu olarak ben başta olmak üzere ailece inşa etmiştik. Dedemler ve amcamlarla birlikte aynı evde kalıyorduk. Babam mevcut eve iki oda ve bir banyo-tuvalet eklemek için harekete geçtiğinde kendimize ait bir eve sahip olacağımız için çok sevinmiştik. Yozgat’taki acemi kışlası Manisa’ya taşınmış, askeriyeye ait bazı yapılar da yıkılmaya başlanmıştı. Oradan çıkan taşları aldık, evimize taşıdık. Ortaokul öğrencisiydim. Bir usta tuttuk, ameleliğini biz yaptık, çamur kardık, taş taşıdık. Ustaya paramız yetmediği için çamur sıvasını biz yaptık, geceleri gaz lambası ışığında. O zamanlar tuvaletler dışarıda, bahçenin ya da avlunun en uzak köşesinde olurdu. Babam tuvaleti içeri aldırdı diye uzun zaman mahallenin alay konusu olmuştu. Çatısı her yağmurda akardı; damlayan yerlere leğen, tencere, tabak koyacağız diye perişan olur, uykusuz kalırdık. Taş çatlasın otuz metrekarelik bir bahçemiz vardı. Bir kayısı, bir erik, bir elma, bir de kavak ağacı vardı bahçede. Bahçemizde oturduğumuzda şehrin neredeyse yarısını, Nohutlu Tepesi’nin eteğinde yer alan kısmını görürdük. Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı’ndaki “Üzerlik” adlı öykümde söz ettim bu tepeden. Nohutlu Tepesi’nin, çocukların önünde bir dağ gibi yükseldiğini, onları bir yandan bu şehre kilitlerken bir yandan da arkasındaki, uzaklardaki umutları beslediğini anlatmaya çalıştım. Bütün şehirlerimizde olduğu gibi Yozgat’ta da büyük değişimler var son yıllarda, şehrimi artık tanıyamıyorum. O yıllarla şimdi arasındaki en büyük fark ise sokağımıza ve mahalleye iyiden iyiye sinen sessizlik ve ıssızlık olmuş. Çok sık gidemiyorum Yozgat’a. Birkaç yılda bir gitsem de gördüğüm manzara aynı. Sokağımızın ve mahallenin insanlarının ya evlerine kapandıkları ya da terk edip gittikleri duygusuna kapılıyorum. Çocuk cıvıltılarından, duvar gölgelerinde veya bahçe kapılarının önlerinde oturan kadınların kahkahalarından geçilmezdi sokakta. Cami yolundaki ihtiyarların sessiz gölgeleri, at arabalarının tıkırtıları, işten dönenlerin yorgunlukları, çarşıya doğru hızlı adımlarla yürüyen gençlerin telaşları, okuldan dönen çocuk ve gençlerin sevimli dağınıklığı sokağın her köşesinde yankılanır, hayat kendini her saniye yeni baştan yaratırdı. Şimdi bunların hiçbiri yok. Ölüp giden yaşlıların geride bıraktığı sessizlik kalmış ortalıkta. Peki nereye gitti o hayat? Dayıma soruyorum, evlerin boş olup olmadığını; herkesin oturduğunu söylüyor. Büyüklerle birlikte çocuklar da evlere kapanmış demek ki. Mahalle çeşmesi helke, kova çınlamaları bekleyerek boşuna akıyor. Bizim kış aylarında kızak kaydığımız, baharda çiğdem sökmeye gittiğimiz tepelerde ise yeni mahalleler oluştu, şehir iki kat büyüdü. Ermenilerden kalan dükkânları yıkıp yerine iş hanları yaptılar. Çarşıya gidiş gelişlerimde hayranlıkla izlediğim ve aklımda kalanları resmetmeye çalıştığım eski konakların yerini birbirine benzeyen çirkin apartmanlar aldı. Tarihî Saat Kulesi, Çapanoğlu Cami ve şehri çam kokularıyla sarıp sarmalayan Çamlık olmasa şehrimi tanıyamayacağım. Anılarımı, çocukluğumu, gençliğimi kaybetmişim gibi bir duyguyla dolaşıyorum yabancısı olduğum sokaklarda. Sadece rüyalarımda yaşıyor çocukluğumun şehri. Bir de becerebildiysem öykü ve romanlarımda…
Bir yazar olarak, içinde bulunduğunuz şehre/ Ankara’ya dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?
Üniversite için Ankara’ya geldiğimde uzun süre bocaladım. Ankara benim şehrim değildi. Alışmaya niyeti olmayan yalnız bir yabancıydım bu yeni şehirde. Mamak’ta bir gecekonduda kaldım öğrencilik hayatım boyunca. (Şimdi oralar da kentsel dönüşüme uğrayarak tanınmaz hale geldi.) Kırk yıl geçti aradan, bir daha gitmedim o mahalleye. Başlarda, Ankara’da kendimi hep yalnız ve yabancı hissettim. Bir iş için uğramış, işini alelacele bitirip memleketine dönecek bir yolcu gibiydim adeta. Şehrin sahipleri vardı, burası onlarındı, ben geçiciydim… Geçici olmadım. Üniversiteyi Ankara’da okuyan çoğu insan gibi ben de Ankara’yı sevdim ve burada kaldım.
Ömrümün hiçbir döneminde “hemşehrici” olmadım; kimsenin memleketini merak edip sormadım. Kendimi bir şehre ait hissediyor muyum, bilmiyorum. Yozgat’ı özlüyor muyum diye kendime sorduğumda, geçmişime ait neredeyse hiçbir şey kalmadığından olsa gerek, bu soruya olumlu cevap vermem zor görünüyor. Ankara’dan uzak kaldığımda ise, evimi ve dostlarımı özlüyorum. Onları görmeden, onlarla bir masa etrafında toplanmadan, Kızılay’a gidip kitapçı dolaşmadan geçecek bir hayatı düşünemiyorum. Ben okuduklarımdan ve hayatın kendisinden besleniyorum. Belli bir mekân yok bu anlamda beni etkileyen. Defter, kalem, zihin ve hayal gücü arasında olup bitiyor her şey. Diğer yandan Ankara’nın adını metinlerimde geçirmeyi, semtleri ve belli başlı yerlerinden söz etmeyi önemsiyorum. Ankara, öykü ve romanlarda daha çok yer alsın istiyorum.
Betimleme yapmayı severim ve eserlerimde sık sık yaparım bunu. Anlattığım yerlerin bir film izler gibi okurun zihninde canlanmasını isterim. Hatta bazen kelime ve cümlelerimi, yani kalemimi bir kamera gibi gezdirir, kimi zaman yakından uzağa, kimi zaman da uzaktan yakına gidip gelerek metne katkısı olacak bütün ayrıntılara yer vermeye çalışırım. Doğa bütün unsurlarıyla girer satırlarımın arasına. Kokusuyla, rengiyle, görüntüsüyle. Bulvarlardaki, isten, kirden, tozdan kararmış at kestanelerinden bir gecekondunun penceresindeki fesleğene ve çiçeğe durmuş sardunyaya, çatılardaki antenlerden otobüs duraklarındaki yılgın kalabalığa kadar şehrin pek çok ayrıntısı ilgi alanımdadır benim. Sokaklardaki köfte ve kokoreç kokusundan simit kokusuna, demli çay kokusundan fırınlardan yayılan ekmek kokusuna kadar ne ararsanız bulabilirsiniz. Yemeklerden de sıklıkla söz ederim. Sözgelimi Ankara Ulus’taki Büyük Hal, bütün sesleri, kokuları, renkleriyle; balıkçı tablalarının ışıltısı, kelleci camekânlarının buğusu, manavların rengârenk uğultusuyla dolaşıp durur cümleden cümleye. Sonra Ankara’nın kıyı köşe mahalleleri, küçük ve sahipsiz kasabalar, ıssız dağ başları, sahiller… Bunların hepsi kafamın içindedir. Oradan kâğıdın yüzüne düşerler ve ben onlara ilişkin hayaller kurarım.
Kadim şehir/modern kent kavramları üzerine ne dersiniz bir edebiyatçı olarak? Edebiyat, neresinde bu kavramların en çok? Bu kavramlar edebiyatın neresinde?
Bu ülkenin bütün şehirlerinin ne hale geldiğinin, hızlı değişimin, gelişme adı altındaki benzeşme ve aynılaşmanın elbette bilincindeyim. Estetikten yoksun bu gelişme ve büyüme şehirlerin kendilerine has özelliklerini yok etti ne yazık ki. Hayat biçimleri de büyük dönüşüme uğradı, fiziksel değişimin altında ezildi. Ankara’da komşuluk yoktu, artık Yozgat’ta da yok. Ankara’da çocuklar sokağa çıkıp oyun oynamıyorlardı, Yozgat’ta da oynamıyorlar. Ankara’da son yıllarda büyük değişimler yaşandı. Her şeyden önce Ankara yeşil alanları artmasına rağmen korkunç derecede betonlaştı. Şehrin her yeri otoban oldu. Eskiden Kızılay’dan Kuğulu Park’a doğru yürümenin tadına doyulmazdı, bugün yayaların adım atması imkânsız hale geldi. Ankara artık gün batar batmaz sokakların boşaldığı büyükçe bir köye döndü. Bir sokağın, bir caddenin, bir meydanın on yıl önceki halini hatırlamamak çok acı değil mi? Her gittiğimiz yere eskiden nasıl olduğunu hatırlamaya çalışarak bakmanın nesi gelişme? Bu ülkede, şehirlerimizde, neredeyse hiç kimse dedesinden kalan evde oturmuyor, üç kuşağın art arda oturduğu bir ev yok. Köklerimizden bu kadar mı rahatsız oluyoruz? Her defasında sıfırdan başlamayı hangi ileri düşünceyle göze aldığımızı anlamak zor geliyor bana. Dünyada şehir planlamasının nasıl yapıldığını şehirlerimizi planlayanların herkesten iyi bilmelerine rağmen bu tuhaf açgözlülüklerini ve görgüsüzlüklerini neye bağlayacağız? Şehrin belli mekânlarına dokunmak cinayete eş değerdir, dokunmayacaksınız; merkezine dokunmayacaksınız. Bu memlekette arazi sıkıntısı yok, dağ taş bomboş duruyor, gidin yeni semtlerinizi, şehirlerinizi oralara kurun. Yer yokmuş, toprak yokmuş gibi dip dibe, balkonlar birbirine değmecesine, arabana park yeri bulamayıp sokak sokak dolaşmacasına evler yapmanın, daha doğrusu imar planları yapmanın; ekilip biçilmeyen üç kuruşluk tarlaları kıymetli hale getirmenin arkasındaki zihniyeti sorgulamadan şehirlerimizde neyi değiştireceğiz? Bütün bunlar edebiyatta yer alacak/alıyor elbette.
“Taşrayla merkez göz göze gelmiştir ve birbirine benzemiştir. Kimi kimden uzak tutacaksınız? Artık dünya herkesin avcunun içinde.” demişsiniz bir söyleşinizde. Peki, sınırları kim çiziyor? McLuhan’ın ortaya attığı “Global Köy” kavramı bağlamında düşünürsek, edebiyatta da “merkez-taşra” sınırlarının iyice belirsizleştiğini söyleyebilir miyiz?
Bunu birçok kez dile getirdim sizin de bildiğiniz gibi. Taşra neresi, merkez neresi ben bilmiyorum, bilen varsa beri gelsin. Koca dünya bir telefonun içinde artık. Evet, o anlamda koca bir köy. Yazının merkezi dildir, taşrası da…
Şehirlerin ruhu vardır biliyorsunuz. Bu ruhu yazılarımda da görmek ve göstermek isterim. Bu yüzden roman ya da öykü yazmaya koyulduğumda mekân duygusu hep ön planda gelir. Daha çok taşrayı yazdığım vurgulanır hakkımda yapılan değerlendirmelerde. Benim derdim taşrayı yazmak değil, çünkü nerenin taşra nerenin merkez olduğunu bilmiyorum. Bir diğer söyleyişle merkez taşralaştı ya da taşra da merkeze benzedi. Bilgisayarın başında tüm dünyayı avcunuzun içine alıyorken taşra-merkez karşılaştırması yapmanın ne derece dikkat isteyen bir konu olduğu açıktır. Mekân, kurmaca metnin atmosferini oluşturmada en başta gelen unsurlardan biri. Şimdiye dek kasaba, küçük şehir ve Ankara’yı göstermeye çalıştım metinlerimde. Dediğim gibi Ankara ismini, Ankara’nın bölge ve semtlerini özellikle belirttim yazdıklarımda, çünkü İstanbul’da yaşamak, orayı anlatmak bir ayrıcalık, bir kazanımmış gibi gösteriliyor edebiyat eserlerinde. Emanet Gölgeler Defteri adlı romanımda, roman kahramanı Yağız sürekli Ankara bulvarında, sokaklarında, izbe yerlerinde, gecekondu mahallelerinde dolaşır. Belediye otobüsleri, banliyö trenleri, dolmuşlar, parklar, sinemalar, kısacası bütün Ankara farklı yönleriyle romana sızar. Kendileriyle de şehirle de hesaplaşmalarını bitirememiş kişilerdir benim öykü ve roman kahramanlarım. Şehre uyum sağlayamamışlardır, daha doğrusu koca dünyada kendilerine bir yer bulamamışlar, içlerine dönmüşlerdir. Kendi yazdıklarım hakkında bunları anlatmak bana düşmez, o yüzden kısa kesiyorum…
“Köyde büyümedim, hatta köyü hiç bilmem ama kelimelerden ve cümlelerden köyler, kasabalar, mahalleler kurdum; orada yaşayan kahramanlar yaratmaya çalıştım, kendimden ayrı tutmadım onları. Onlar gerçekten var ve yaşıyorlar gibi hissediyorum.” demişsiniz bir başka söyleşinizde. Hiç bilmediğiniz ortamları, görmediğiniz yerleri, gitmediğiniz şehirleri, bulunmadığınız mekânları yazarken ilham aldığınız şeyler neler? “İnandırıcılığı” nasıl sağlıyorsunuz? Eğreti duran/durabilecek ifadelerden nasıl arındırıyorsunuz metinlerinizi?
İnanmadığım şeyi yazmıyorum. Önce ben “inanmalıyım” yazdığım şeye. Yazacağım karakteri zihnimde canlandırdıktan sonra onun gibi düşünmeye, onun gibi konuşmaya, yaşamaya çalışıyorum. Yani her şey zihinde, yazının içinde olup bitiyor. Anlattığım karakter nasıl düşünür, nasıl konuşur, hayatı nasıl algılar ve yorumlar sorularının peşine düşüyorum. Kâğıt üzerinde kurduğunuz dünya ile ilgili bir durum bu.
Öykülerinizde yöresel kelimeler oldukça dikkat çekiyor. Diliniz, hangi (ş/n)ehirlerin yatağından beslendi/besleniyor? Bozkır’ın kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?
Bu topraklarda yüzyıllardır kullanılan dil bu. Benim çocukluğumdan kulağımda kalan kelimeler, söyleyiş biçimi. Bizler, benim büyüklerim bu kelimeleri kullanarak hayatlarını sürdürdüler, bir kültür oluşturdular. Evimin, sokağımın, mahallemin, şehrimin dili… Evet, hayat başka nehirlerde akıyor şimdi ama bu kelimeler bu dilin zenginliği, yok olup gitmesine gönlüm el vermiyor.
Eskiden “Portakal Çiçeği”, “Kediseven”, “Acıçeşme”, “Kumrular”, “Meneviş”gibi isimler verilirdi sokaklara. Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, kırk yıldır içinde bulunduğunuz Ankara’ya dair?
Çok güzel bir soru, harika bir tespit. Bir şehir monografisi yazmayı hiç düşünmedim ama yazacak olsam, elimden, kaybedilmiş bir şehre dair uzunca bir ağıttan başka hiçbir şey gelmezdi. Geçmişi, geçmişimizi kaybettik, hem de bile isteye, ısrarla, inatla, kabalıkla, hoyratlıkla. Bilmeden yapıldığına inanmıyorum. Yüceltilmiş, pohpohlanmış bir cehaletle, doğru olduğuna ilişkin oluşturulmuş yeni ve farklı olgularla yapıldı tüm bunlar. Bir mahallenin ortasındaki eskinin izlerini taşıyan kırk elli yıllık gösterişsiz, kendi halinde bir park, belediye tarafından, iş yapılıyor görünme bahanesiyle betonla doldurulup yeni yapılan diğer parkların bir benzeri haline getiriliyor. Doğada kendiliğinden yetişmiş bir ağacın yerine kendi diktikleri yapay ağaçları sevmemizi istiyorlar. Doğallığı kaybettik kısacası. Her yerde mantar gibi biten alışveriş merkezleri için doğallıktan söz edebilir miyiz? Mahalle bakkallarını, küçük dükkânları özlemiyor musunuz?
Geçmişteki şehirden neleri geri getirmek isterdim? Yıktıkları her şeyi, tarihî yapıların tümünü, eski çarşı ve mahalle hayatını, insan ilişkilerindeki o sıcaklığı, merhameti, yardımlaşmayı, adaleti, hak hukuk gözetmeyi, saygıyı ve daha birçok şeyi…
Kimse kimsenin kapısını açmıyor artık. Kimse kimseyi istemiyor, çekemiyor. Yapılanlar yıkılır, yıkılanlar yapılır belki ama kaybolan insanî değerlerimizi nasıl geri getireceğiz? Komşusuna baktığında rakip partiye oy veren “düşmanıyla” karşılaştığı için öfkeyle dolan insanlar haline getirildik. Bu ilişkileri düzeltmeden şehirlerimizi bir hale yola koyabilir miyiz, bilmiyorum…
“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi metni/nizi okurdunuz ona?
Calvino’yu ve bu romanını çok severim. Madem mevsim kış, madem ben de bir yolcuyum, yıllar yıllar öncesinin Ethem Baran’ının kapısını çalar ve onun Yarım adlı romanından şu bölümü okurdum:
(Roman kahramanı şehirden gitmenin hayalini kurmaktadır.)
İlk geldiğim günden -hani o yağmurlu gün- kalma kasvet -hava nasıl olursa olsun- beni bekliyordur dışarıda. (Hadi oldu olacak, şımarık, oynak, çocuksu bir hava varmış o gün, yani öyle olsun.) Doğrusunu söylemek gerekirse, onu alıp almamayı biraz düşünürüm. Yine de şimdilik sen bir kenarda dur ve beni bekle dercesine ve hatta görmezden gelircesine ilgilenmeden içine dalarım. Ben böyle yapınca zoruna gider belki, şöyle bir dalgalanır, kâh esecek gibi olur, kâh küsecek gibi, kâh benim ukalalığıma gülecek gibi. Sonra kendi halime bırakır beni. Kendi halime kalınca, kendi halimde önce şu ünlü ve tek, caddeden bozma caddemize doğru ağır adımlarla ilerlerim.
Caddenin başındaki, parka benzemeye çalıştıkça, insan boyunu aşamayan birkaç çalı yeşilinin çekimserliğine gömülen ve bakımsız bir bahçe artığına benzeyen parkın önünden geçerek caddeye girerim. Gölgesiz masalardan birine oturmuş, namaz saatini bekleyen bir iki ihtiyarın ve nasıl vakit geçireceklerini bilmeyen işsiz gençlerin saatler sonra da orada olacaklarını bilerek bırakırım parkı arkamda. Üzerime bulaşır da gece gündüz beynimin içinde dolaşır, dilimden dökülerek kendi kendime sinirlenmeme sebep olur diye kasetçiden yayılan gürültüden uzaklaşırım. Karşı kaldırım biraz daha iyidir bu yüzden. Ne var ki, kasetçinin camlarını süsleyen, buraların medar-ı iftiharı, hemen herkesin -nasıl oluyorsa- yakın akrabası ve can ciğer arkadaşı, yeni kaset çıkardığı gibi geçenlerde televizyonda da bir programda türkü söyleyerek ülkenin en ünlü sanatçıları arasına katılan yerden bitme, tuzluk kılıklı türkücünün posterlerine bakmadan edemem yine de.
Postane uzak ve soğumuş bir ses, unutulmuş bir haber gibi durur dar sokağın başında. Caddenin, hatta şehrin en kalabalık yeridir her zamanki gibi. Nedir herkese bu kadar uzak oldukları duygusunu veren bu topraklarda? Kime, kimlere ya da nerelere gitmek veya kimleri, nereleri yanlarına getirmek istiyor bu insanlar? Ben artık Ankara’nın silik bir hayale dönüştüğünü, gittiğimde kimseyi bulamayacağım gibi, orada kalacak yerimin de olmadığını, tıpkı bir yabancıymışçasına, otel pencerelerinden izlediğim şehre her dakika biraz daha yabancılaşarak anılarımın izini süreceğimi biliyorum. Bir bir dağılan arkadaşlarımın ara sıra anımsanacak ve kimi zaman anlatılacak komik anılara benzediklerini. Mektuplarımın kimseye ulaşmayacağını ve kimseden mektup gelmeyeceğini. (…)
Pastanenin önünden geçerken, askere gittikten sonra bir daha dönmeyen garsonun orada kalmış, caddeyi izleyen bakışlarını ve içerideki masalardan birinde romanının ilk sayfalarını yazan bana benzer bir hayalin acemi heyecanını da görürüm elbette. Roman kahramanıyla karşılaştıktan sonra romanını yarıda bırakan bir yazara benzetirim onu.
Sonra O Ağacın Altı Lokantası’nda yemek yiyenlerin hangi Şadi’ler tarafından izlendiğini düşünürüm. Ve aklıma, sanki izleyeceğini sokakta izleyemez mi diye bir soru gelir; buna da canım sıkılır tabii. Ama madem ki bu kar(ga)lar şehrinden gidiyorum, yanıma güzel şeyleri alayım diye lokantadan çıkarıp aklımı, sağa sola bakarım. Birahanenin bulunduğu sokağın başında biraz dikilirim örneğin. Şöyle bir bakarım uzaktan uzağa. Ben bakınca, birahanenin kapısı, ekşi bir koku, sigara dumanı, sobanın yalancı ılıklığı ve konuşuyormuş gibi yapan üç beş kişinin suskunluğu ile garsonun yalnızlığının üzerine açılır. Soğuk da her zaman olduğu gibi kapının açılmasını fırsat bilerek, belki de biraz ısınmak için -öyle ya ta dağlardan buraya boşuna kaçıp gelmemiştir- kimseye görünmeden içeri sokulur, gelip beni bulur. Önce ayaklarıma sarılır bir tanışını görmüşçesine, bir süre birlikte üşürler, sonra benim içim üşür ve garsona şu kapıyı kapatmasını söylerim, bir de sobaya odun atmasının mümkün olup olmadığını. (…)
En iyisi ben bu sobayı da alayım yanıma diye düşünürüm sonra. Burada kalmasın. Burada kalıp da, günün birinde benim gibi çok üşüyen birinin boşuna ümitlenmesine sebep olmasın.
Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?
Macondo’ya benzetirdim, çünkü orası benim de kentim. Olayların, zamanın ve dilin kenti orası.
edebiyathaber.net (14 Şubat 2022)
“Şehir söyleşileri: Ethem Baran | Merve Koçak Kurt” üzerine bir yorum