Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki misafiri Mustafa Orman oldu. Orman, “Kentin belleği aynı zamanda orada yaşayan insanların hayata bakışını da bize yansıtır. Diğer taraftan kentte izleri olan insanları da. İnşaat sektörünün cirit attığı kentlerde, şehrin belleğini tarihi binalar ve orada yaşayan insanlarla ancak dile getirebiliyoruz. Ya da geçmişte, herkesin uğrak yeri olan ve bir kültür anlatımını da size gösteren yerlerden konuşabiliyoruz.” diyor.
Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…) Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi?
Yolum birçok şehirden geçti. Ama durduğum ve yaşadığım, dünyaya dair fikirlerimin ve duygularımın değiştiği dört şehirden bahsedebilirim. İlki İstanbul; burada on beş yıl yaşadım. Hayata dair tüm sakarlıklarımı burada gördüm, deneyimledim. İkincisi Diyarbakır; İstanbul’dan sonra burada yaşama çabasına girişmek hem ağırlaştırdı hem de hafifletti. Üçüncüsü Iğdır; Doğduğum, çocukluğumu yaşadığım, gençlik yıllarımın ilk adımı şehir oldu. Orada bulunmasam da her seferinde dönüp kendimi bulduğum yer. Dördüncüsü ise şu an yaşamakta olduğum Kars; burada köklerin hâlâ çürümediği, tarihin tüm sayfalarını yaşatan, başka halkların şehri olduğunu her köşe başında önüme dikilen, mimarisiyle başka bir coğrafyaya götüren bir şehir. Kelimelerim Iğdır ve Kars’a ait. Başka şehirlerde yaşamış olsam da başka şehirlerden yolum geçmiş olsa da, köklerimin atıldığı yerde hep kendimi buldum. Bir sınırsızlık, bir sonsuzluk büyüsünde karşılaştığım bu iki şehir arasında hem çocukluğum hem de bağlarım var. Çocukluğumun bana verdiği kökleri bereketli çukurova olan Iğdır’da bulurken, orada büyüyen köklerimi yetişkinlik çağımda hâlâ sürdürüyorum. Başka şehirlere, başka coğrafyalara, başka ülkelere gitsem de ruhum, duygularım, gözlerimin her bir anda çektiği görseller ve düşüncelerim hep Iğdır’dan kendini gösterecek ve konuşmaya başlayacak. Tüm kelimelerim Iğdır’da köklendi, orada en çok buldum kendimi.
Diliniz, hangi dağların eteğinden/ nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?
Ben en çok dağlardan beslendim. Yine çocukluğa gideceğim, çocukluğun hamuruyla her sabah uyandığımda Ararat’ı karşımda gördüm. Başı hep karlı; kâh dumanlı, kâh pırıl pırıl. Bir de Aras Nehri’nin ovaya dökülen sularının bereketiyle yeşillenen bir ova. Hem sınırsız düzlüğüyle hem de etrafını saran dağların sarmasıyla cümbüş içinde yitip gitmelerini unutmuştur. İşte bu yitip gitmelerin unutkanlığında, Akdeniz’in tüm ruhunu üstüne çul eden toprak, suyla birleşince bereketini bir mevsimde iki mahsulle fışkırtır. İlkin çocukluğumda varamadığım, sonra gençliğime taşıdığım bu ruhla beslendim ve besleniyorum. İnsan, denizi baktıkça sanki oranın içine gömülen bir ruh haline bürünüyor. Ama karda hep bir çıkış yolu arayışı var, o sessizliğin içinde sürekli bir gürültüyle oyalanıp durur.
Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?
Aslında Iğdır için öyle çok büyük bir mekândan bahsedemem. Belediyenin önünde yüzyıllık karaağaçlar var. O ağaçların tepesinde leylekler bulunur. Kışları göç edip Afrika kıtasında kalıp tekrar Iğdır’a döndüklerinde, yerli halk tarafından “hacı leylek” unvanıyla ödüllendirilmişlerdir. Ovanın kendisi etrafındaki dağlara seyirlik bir sedir gibi durduğu için sadece dağların sizi çoğaltması da kaçınılmaz oluyor. Bir de şehre giriş yaptığınızda bir leylek heykeli karşılar sizi, o da insanın oraya varma duygusunu verir.
Yazarı nasıl etkiliyor içinde bulunduğu/gördüğü “mekân/lar” sizce? “Mekân” kavramı olmadan öykü yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?
Mekân insanı dönüştüren, gitmek ile kalmak arasında durmadan soru sorduran bir yer. İnsan, hem giderken hem de kalırken onca sorunun peşinde koşup cevap aramaya kalkışınca, ne ortada bir cevap bulur ne de ruhunu bir yere kondurur. Hal böyle olunca da, yıllar yılı içinde dönüp dolaşan mekân da sana yapışır, içinden çıkılamaz. Ruhun yeşerirken solar, solarken de yeşermeye başlar. Memnuniyetsiz bir canlıdır şu insanoğlu. Bu yüzden de içinde bulunduğu mekânla didişmeyi hiçbir zaman ihmal etmez. Nereye giderse gitsin, başını ilk koyduğu yastıktır ne de olsa insanoğlu. Yazma edimine gelirsek, ilk önce ben eksik kalırdım. Eksik kaldığım için de yazamazdım. İyi ki her sabah bir dağa uyanmışım.
İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?
Beni besleyen ortamın tamamen doğa ve doğayla mücadele içinde olan, yaşamda kalma çabasına girişen insan olduğunu düşünüyorum. Doğayı görürken eğilmek, insanı işitirken anlamak beni besleyen en önemli unsurlar. Oradan akan duygular, düşünceler, görseller de benim ortamımı oluşturur.
Bulunduğunuz şehir, üretkenliğinizi nasıl etkiliyor?
Bulunduğum şehirde zaman yavaş ilerlediğinden ve herkesin bir yere yetişme telaşı olmadığından, üretkenliğim de yayılarak gelişiyor. Üretim tek başına öylece kalmıyor. Bulunduğumuz yer, zaman tasarrufundan dolayı üretimin rengini ve biçimini değiştiriyor. O da yetmiyor, bireyin ruhsal olarak geçmişten yara aldığı her şeyi büyülü bir el gibi iyileştiriyor. Bu iyileşme serüveninin farkına vardığınızda da üretilen şey dönüşüme uğruyor.
Öykücü yanınızı da katarak, şu sıralar bulunduğunuz/yaşadığınız şehrin “kadim” mekânlarına dair neler söylersiniz?
Kars’ta yaşıyorum. Gri ile beyazın ortasında elini göğe uzatıp bir parça mavilik, biraz da yeşillik istemek gibi bir şey bu şehirde yaşamak. Elbette şehrin tarihsel dokusu başka halkların ellerinde büyümüş, bu doku gün geçtikçe yıkıma uğruyor. Bu yüzden de yıkımı görüp bir yandan da ayakta kalan cazibeyi görmek müthiş bir his veriyor insana. Ama kesinlikle bu şehre kardan ve beyazlıktan başka hiçbir şey yakışmıyor. Şehre nefes veren Rus ve Ermeni mimarisini de unutmamak gerek. Belki de kar bu yapılarla güzeldir. Her bir köşede bir Ermeni bir Rus mimarisiyle göz göze gelmek mümkündür. Aynı zamanda bu mimarinin yıkımlarıyla da. Bir kılıç edasıyla göğe yükselen On İki Havariler Kilisesi, her bir yandan bir emaneti ve kadimliği taşımaktadır.
İçimizden geçen yollar ile içimizdeki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür…
Bu soruya net bir cevap henüz bulamadım. Çünkü insan sürekli değişiyor. Buraya afili bir cevap da kondurabilirim, fakat çok samimi gelmiyor. Bunu yazdıktan iki dakika sonra başka bir ruh haline bürünebilirim. Bu da yaşamın sürdüğünü, sürerken de başka renkler, yüzler ve duygular bize verdiğini gösterir. Her an değişebilen bu damarı seviyorum. Orada huzuru buluyorum. Ve yazının nereden geleceğini, nereye götüreceğini ancak yazarken öğrenebilirsiniz. Net bir cevap vermekten bu yüzden kaçınırım.
“Ruslardan kalma taş binaların bacalarından çıkan dumanlar gökyüzünü kirli, gri bir görüntüyle dondururken, durmadan yağan kar yavaş yavaş bir masalın içine bırakıyordu şehri,” diyorsunuz “Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye,” kitabınızda. Bu alıntıdan yola çıkarak yaşamak, şehir, tezat ve denge kavramları ve bunların birbiriyle ilişkisi hakkında neler söylersiniz?
Kars’ta bulunmamış veyahut yaşamamış her insan için bu şehrin, kendini uzaktan bir denge kenti olarak gösterdiği doğrudur; hem etno-politik olarak hem coğrafi ve toplumsal koşulları ile Kars hakikaten de kültürel bir transistörün üstüne adeta oturtulmuş bir denge kentidir. Buna mukabil Kars, yaşadıkça tezatını da insana göstermekten çekinmeyen iç kuvvetleri zıtlıklarla çarpışan bir saklı kutudur. Yine kültürel olarak birçok tezatın birleşimi söz konusudur fakat bu defa daha da dikkat celbeden Kars’taki insani durumdur. İnsan Kars’ta iken, yitip gitmişliğin ve henüz vakit varkenliğin sabırsızlığını bir ürperti ile hisseder ve şehrin özündeki tezat gereği Kars, insana sabrı böyle böyle öğretir. Dahası ızdırap bu şehrin kumaşı olmuş gibidir yine bir iç kuvvet sonucu bu memleketin insanının devingen bir mizah sahibi olduğunu görürsünüz… Kars’ın içinde işler ve günler tezat içerisindedir, çünkü bu gökyüzünde de böyledir: Bacalardan dumanlar çıktığını solursunuz, griliğin isini görürsünüz ve bu sokulan tedirginliğin yanında kar yağdığını, karın sükûnet ve beklentisizlik hissinde yağdığını görürsünüz. Böyle böyle pek çok tezatın, yaşıyor olmaktan beslenen insan yanlarımızın algılayabildiği kadar, bir denge ile çarpıştığını ve yine dengenin bir tezat üzere inşa edildiğini ben Kars’ta yaşarken öğrendim. Kars’ta yaşamak biraz da budur: çelişkilerin dengesi ve dengenin çelişkisi.
Yolunuz birçok şehirden geçti, insana dair neler değişti, neler söyleyebilirsiniz?
İnsana dair tek değişmeyen bir şey öğrendim: İnsan, her zaman değişir. Ne umut ne de umutsuzluk beslemek gerekir.
Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?
Kentin belleği aynı zamanda orada yaşayan insanların hayata bakışını da bize yansıtır. Diğer taraftan kentte izleri olan insanları da. İnşaat sektörünün cirit attığı kentlerde, şehrin belleğini tarihi binalar ve orada yaşayan insanlarla ancak dile getirebiliyoruz. Ya da geçmişte, herkesin uğrak yeri olan ve bir kültür anlatımını da size gösteren yerlerden konuşabiliyoruz. Günümüzde gelişimin ısrarla işaret edildiği yerlerde doğanın, insanın ve belleğin yıkımı var. Bireyin tamamen kendine çekilmesi, dışarıyla içerinin bir arada yaşanıyor olabilmesi belleğin yitimini de gösteriyor.
“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?
Orhan Pamuk’un kapısını çalmak isterdim. Ona, bir sobanın başında Turgut Uyar’ın Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma şiirini okumak isterdim.
Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.
Abbas Kiyarüstemi’nin Arkadaşımın Evi Nerede filmindeki yokuş tırmanma sahnesi, çapraz mini patikaları ile bana bir şehir görüntüsü vermese dahi bir şehir hissiyatı yaşatır.
West Beirut filmindeki süreğen savaş tedirginliği, gündelik yaşamın keyfi ve gençlerin sanat merakı ile birleşen Beyrut sokakları büyük bir seyir zevkidir.
Reha Erdem’in Kozmos filmi, o da Kars’ta geçtiği için torpil geçiyorum. Tüm beyazların en sonsuz beyazı ve Kars sokakları geçtiği için.
Yaşar Kemal’in Neredesin Arkadaşım röportaj öyküsü, daha sonra Hoda Barakat’tan Akdeniz Sürgünü ve son olarak da Carson Mccullers’in Küskün Kahvenin Türküsü.
Kavafis’in Kent’i, Yannis Ritsos’tan Boyun Eğmeyen Ülke ve Badem Çiçeği gibi yahut Daha Ötesi şiiri Mahmud Derviş’in.
Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?
Kars’a benzetirdim. Hiçbir anı, hiçbir anını tutmuyor çünkü.
edebiyathaber.net (1 Mayıs 2023)