Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki misafiri Senem Gezeroğlu oldu. Gezeroğlu, “Dönüp baktığımda iyi ki durmamışım diyorum, iyi ki soyadımın hakkını vermişim, iyi ki her şeye rağmen hep seyahat halindeyim. İçe ya da dışa yaptığım yolculuklarla iyi ki bu hiç bitmeyen yollarda kelimeler devşirip sonra hepsini geri saçabilmişim.” diyor.
Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…) Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi?
Yolumun geçtiği çok fazla şehir var. Türkiye’nin doğusu hariç görmediğim bölgesi ve şehri kalmadı. Bu şehirlerle kurduğum bağlar ise elbette birbirinden farklı. Eskiden bu farklılığı sağlayan şeyin mekân olduğunu düşünürdüm, yani mekân güzelse bana da güzel görünür diyordum, zamanla ve yaşadıkça fark ettim ki mekâna ruhunu veren insanmış. Aynı mekânın farklı insanlarda farklı duygular uyandırması da bundanmış. İnsanın ona bakışı, yaşadıkları, anıları, ona yüklediği anlamla şekilleniyor mekân. Buradan sorunuza döndüğümde ve doğduğum yerle başladığımda şunu görüyorum: aidiyetsizlik. Kendimi Kayseri’ye ait hissetmedim hiç. Birçok kişi için dünyaya geldiği şehir önemlidir, memleketim diye toprağına, hemşerim diye insanına sahip çıkar ama bende öyle bir bağlılık olmadı hiç. Sanırım mizaç meselesi, oralı ya da buralı değilim, hiçbir yere ait ya da sahip değilim ama hepsi aynı anda benim. Bütün şehirler evim, bütün dünya yuvam gibi. Bir şehrin hem misafiri hem ev sahibi nasıl olunursa öyleyim galiba. Kiminde yerimi yadırgıyorum kiminde kendimi buluyorum. Dolayısıyla kurduğum ilişkiler de benliğime, ruh hâlime, değerlerime, o şehirde yaşadıklarıma ve mekâna yüklediğim anlama göre değişiyor. Doyduğum ve durduğum şehirler de öyle. Öğretmen olduğum için tayin gereği çok yer gezdim, şimdilik kendi tercihimle Bursa’dayım. Ege, Marmara, Karadeniz, Akdeniz, İç Anadolu ve Güneydoğu’nun neredeyse bütün illerini gezdim, gördüm ama durmadım. Dönüp baktığımda iyi ki durmamışım diyorum, iyi ki soyadımın hakkını vermişim, iyi ki her şeye rağmen hep seyahat halindeyim. İçe ya da dışa yaptığım yolculuklarla iyi ki bu hiç bitmeyen yollarda kelimeler devşirip sonra hepsini geri saçabilmişim.
Diliniz, hangi dağların eteğinden/ nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?
Dağlar, denizler, göller, vadiler, yaylalar, ormanlar, ağaçlar benim olmazsa olmazım. Dilimden önce kendimi, gözümü, gönlümü, ruhumu beslemek için geziyorum zaten. Zamanım ve fırsatım oldukça yeni yerler görmeye çalışıyorum, haftada birkaç gün uzun yürüyüşlere çıkıyorum, hiçbir şey yapamıyorsam yolumu değiştiriyorum, “rota yeniden oluşturuluyor”. Çünkü ruhum buna ihtiyaç duyuyor. Günlerim birbirinin aynıysa, uzun süredir deniz havası alamıyorsam ya da doğaya karışamıyorsam beton bana batmaya başlıyor, içim rahat etmiyor, başımı alıp gidecek bir yer dağ evi, göl kıyısı, deniz kenarı, ağaç dibi buluyorum illa ki. Bazen de tam tersi, kalabalık bir şehrin en işlek caddesine atıyorum kendimi. İnsanların arasında kaybolup yüzlerine bakarak hikâyelerini okumaya ya da uydurmaya çalışıyorum. Yani hem karaya hem denize bakarken hayatı yaşamanın, sonrasında ise yazmanın peşindeyim. Yaşarken her anım dolu dolu ama bir de kabuğuma, yuvama, odama çekilme dönemim oluyor, ne kadar dışarı kaçtıysam o kadar içime çekiliyorum bazen günlerce kimseyle görüşmüyorum, işte bu dönem yazma evresi. Beslendiğim bütün bu coğrafi güzellikler ya da çirkinlikler, metinlerimdeki yerini buluyor; bazen kendi adıyla, bazen kılık değiştirerek, çoğu zaman da evrenselleşerek.
Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?
Büyüdüğüm şehrin en unutamadığım mekânları eski Ermeni-Rum evleri ve kütüphaneleriydi. Çocukluğum ve ilk gençliğim Kayseri’de geçti. Bu şehrin iki bin yıllık yerleşim yeri olan Talas, camileri, kiliseleri, medreseleri, konakları, hanları, mektepleri ve taş evleriyle farklı kültürlerin beşiği olmuş bir ilçe. Şimdi ne kadarı değişti, nasıl korundu ya da yanlış politikalara kurban edildi bilmiyorum ama şimdiki adıyla Osmanlı sokağı denilen mekân, zaten benim okul yolumdu. O sokakların, eski yapıların ve duvarların arasında her gün bin bir farklı hikâyeyle kaybolurdum. Ermeni evlerinin bulunduğu Harman Mahallesi ve yukarı Talas bölgesi tek başıma yürüyüş yaptığım ve aslında farkında olmadan yazmaya başladığım, benim için kutsal mekânlardı. Buralarda yürürken evlerin yüzüne bakarak geçmişi okumaya çalışır, tarihi kafamda canlandırır, farklı kültürlerin ışığıyla aydınlanır ve hep merak ederdim: Buralarda kimler yaşamıştır, onların hikâyesi nasıldır? Başka zamanlar, başka insanlar, başka kültürler yani farklı olan her şeye duyduğum bugünkü ilgim taa o zamandan başlamıştır. Bu ilgiyle de araştırmaya, okumaya ve yazmaya başlamışımdır. İlk hikâyelerimi daha o zamandan, 8. sınıf öğrencisiyken yazmışımdır. Mekân, mekânı doğurur; taş evlerden, sokaklardan, konaklardan, camilerden, kiliselerden geçerken içine rahatlıkla girebileceğim, saatlerce durabileceğim, kendime göre okuyup yazabileceğim o güzide mekânlar, kütüphaneler önce durağım sonra yuvam olmuştur. Hafta içi okul çıkışları, hafta sonu neredeyse tüm gün, kütüphanelerde kitaplarla kaybolmuşumdur. O gün, orada kaybolmasaydım bugün kendimi, bu şekilde bulamazdım. Belki yazamazdım. Yıllar sonra buralara gittiğimde kutsal bir mabedi ziyaret ediyor gibi kendimi önce buralara atıyorum. Çocukluğumun kütüphanesi yıkıldı ama ilk gençliğimin kütüphanesi o eski sokakta, Harman mahallesinde yaşamaya devam ediyor. Şimdiki huzur mekânlarım da Bursa’nın meşhur Nilüfer Belediyesi kütüphaneleri, Osmangazi Setbaşı Kütüphanesi. Zaten romanım “Yeniden İnşa” da mekân olarak buralarda geçiyor.
İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?
Edebi açıdan beni besleyen ortamlar/etkinlikler var, ben böyle faaliyetlerin peşinden gidiyorum. Şehirde ne varsa ilgi alanıma göre arayıp buluyorum. Farklı sanat dallarında o kadar çok çalışma yapılıyor ki benim oluşturmama gerek kalmıyor, ilgi alanıma göre seçip gidiyorum hatta bazen yetişemiyorum. Bursa’da yaşama kararı almamın nedenlerinden biri de bu zaten. Ne ararsanız var. Tarihi, mimari, coğrafi açıdan bana hitap etmesinin yanı sıra İstanbul’a yakın olması da önemli bir avantaj. Böylelikle çemberin ne içinde ne dışında kalıyorum, tam da arzu ettiğim yerdeyim.
Bursa’da Nilüfer Belediyesi’nin düzenlediği etkinlikler burayı edebiyatın merkezi hâline getirdi. Nilüfer kütüphanelerince gerçekleştirilen faaliyetler, yılın yazarı çalışmaları, okuma grupları, yazma atölyeleri, Misi Yazı Evi ve Edebiyat Müzesi, kitap fuarları, müzeler, geziler vs derken çalışma hayatımdan kalan her an da dolu dolu geçiyor diyebilirim. Tiyatrolara da değinmek isterim. Kent Tiyatrosu, Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu, Tayyare, Nazım Hikmet Kültürevi, Bursa Akademik Odalar Birliği ve daha pek çok yerde ve haftada en az üç-dört kere sergilenen oyunlar sayesinde hem geleneksel hem güncel tiyatroyu takip edebiliyoruz. Bununla birlikte her hafta perşembe günleri senfoni orkestrasının konserleri oluyor. Her ay fotoğraf/resim sergileri, sempozyum ve söyleşiler… Hem dışarıdan hem Bursa’dan, zaman zaman yurt dışından gelen sanatçılarla da renklenen bu şehirde festivaller, konserler, eğlenceler, partiler de eksik olmuyor. Benim ilgi alanıma giren, takip edebildiğim çerçeve böyle ama eminim kadrajın ötesinde ötesi vardır. Çünkü Bursa ne arıyorsanız onu bulabileceğiniz, her telden her kesimden insana hitap eden İstanbul’a çok benzeyen ama yine de nevi şahsına münhasır bir şehir.
“Zaman Dursun İstedim”, “Unuttum Yalnız” ve çok yakın zamanda çıkan “Yeniden İnşa”… Bulunduğunuz şehir, üretkenliğinizi nasıl etkiliyor?
Bulunduğum şehrin yazıya dair üretkenliğime olumlu ya da olumsuz bir etkisi yok aslında. Eğer ben yazmak istiyorsam nerede olursam olayım yazarım. Yazamıyorsam, dünyanın en güzel mekânlarını göreyim, yine yazamam. Tabii bu kısa dönem için geçerli. Bir yeri gördükten sonra oradan etkilenip anında hikâyesini/romanını yazanlardan değilim. Genellikle önce gezer, görür, dinlenir, demlenir, biriktirir, harmanlar ve zamanı geldiğinde mekânı inşa ederim. İnşa ettiğim mekân elbette yaşadığım mekândan izler taşır, cümlelerime siner ama hayatımla kurmacam her zaman doğru orantılı gitmez. Hatta bazı yerleri yazmak için oraları görmem de gerekmez. Mesela Zaman Dursun İstedim’de Leyla ve Romeo adlı öykümde Romeo’nun dolaştığı İtalya sokaklarını görmeden yazmış, kitap çıktıktan çok sonra Verona’ya gidip Juliet’in evinde kendi hikâyemi aramıştı. Unuttum Yalnız’da “Gönül Dağı” adlı öykümü yazmak için Bolu’da bir dağ evinde kalmıştım ama hikâyesini kafamda çoktan yazmıştım. İstanbul’da geçen birçok öykümü de İstanbul’da değil, ya öncesinde ya sonrasında kaleme almıştım. Son romanım Yeniden İnşa’nın mekânı Bursa, ama ben bu romana Bursa’ya gelmeden başlamış ve mekân tasvirlerini çoktan yapmıştım. Tabii bazen de tersi oluyor. Yaşadığım ve yazdığım zaman, mekân, insan ne varsa birbirinden ayrı, birbiriyle ilişkili, birbirine ters, buna rağmen iç içe işliyor. Mekânlar da bana ilham vermiyor, daha çok ben onlardan ilham alıyorum.
Hem yazıyorsunuz hem akademik çalışmalar yapıyorsunuz bildiğim kadarıyla… Eğitimci yanınızı da katarak, şu sıralar bulunduğunuz/yaşadığınız şehrin “kadim” mekânlarına dair neler söylersiniz?
Yazarlık, öğretmenlik ve akademik çalışmalar Bursa’nın kadim mekânlarıyla birleşince bana çok şey öğretti. Şehrin sokaklarında dolaşırken, eski mimari yapıların arasında kaybolurken, altı yüz yıllık bir ağaca dokunurken birçok şeyin ne kadar boş ama birçok şeyin de ne kadar ne kadar değerli olduğunu öğretti mesela. Hayatın daimi öğrencisi olduğumu öğretti en başta. Dolayısıyla öğrencilerime bu bakışla yaklaştım. Yazarlık penceresinden bakınca şehrin kadim yapıları bana ne olursa olsun yazmaktan vazgeçmemem gerektiğini, çünkü bunca acımasızlığa ancak sanatla direnebileceğimi, zamanın eleğinden böyle geçebileceğimi öğretti. Koza Han’a bakarken mimarını anıyorsam ya da Tophane’de dolaşırken ölümsüzlüğü hissedebiliyorsam bir şeylerin de yazmakla mümkün olabileceğini öğretti. Ve tabii ki yeniden inşa. Yapılan, yaşanan, yazılan onca şeye rağmen yeri geldiğinde hepsini yıkarak yeniden var etmeyi, kimi zaman hepsini basamak olarak kullanıp bir adım ileriye gidebilmeyi, bazen değişmeyi bazen direnmeyi ama günün sonunda dönüp kendini yeniden inşa edebilmeyi öğretti. Kadim olan aslında hep yeni kalan. Hep yeni, hep yeniden…
“Nasıl bir hikâye yazacağız peki? İki kişi var. Hımmm, peki olay ne, ne oluyor bu iki kişiye? Hikâye de orada zaten, hiçbir şey olmuyor. Hiçbir şey mi? Evet, olay yok. Garip. Peki nerde geçiyor bu öykü? Bir saatin içinde… Nasıl yani? Bildiğin yuvarlak bir saatin içinde. Mekân bir saatin içi mi yani? Evet. Peki kişiler? Kişiler, akrep ve yelkovan. İlginç oldu bu. Hikâyenin zamanını soracağım ama? Zaman da bir saat… Mekânı anladım, zaman diyorum? Tamam işte, akreple yelkovanın birbirinden ayrılıp birbirine tekrar kavuşması ne kadar sürer ki? Bir saat… Ben de onu diyorum, zaman da bir saat. Kafam karıştı. Karışmasın, zaman ve mekân iç içe değil mi zaten?” diyorsunuz “Zaman Dursun İstedim” kitabınızda. Yazarı nasıl etkiliyor içinde bulunduğu “mekân” sizce? “Mekân” kavramı olmadan öykü yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?
Bu alıntıda karakterler akrep ve yelkovan, zaman bir saat, mekânsa bir saatin içi. Öyküyü yazarken sizin de değindiğiniz gibi zamansız/mekânsız kurmaca yazmak üzerine çok düşünmüştüm. Her şeyden önce, Mihail Bakhtin’in kuramından hareketle zamanı ve mekânı birbirinden ayrı tutamıyorum. Gaston Bachelard’ın “mekân, peteklerinin binlerce gözünde zamanı sıkıştırılmış olarak tutar” demesi bizi sadece hayatta değil edebiyatta da ikisini birlikte düşünmeye zorluyor. Aksi takdirde kurmacanın temel taşları yerine oturmuyor. Tabii burada neyi nasıl algıladığımız da önemli. Mekândan kastımız sadece gördüğümüz, yaşadığımız yer midir, sadece dünya ile mi sınırlıdır? Gerçekte var olmayan bir mekân, kurmaca dünyada var olamaz mı? Böyle bir durumda kurmacanın mekânı yoktur diyebilir miyiz, elbette diyemeyiz. Mekânsızlık bile aslında bir mekândır. Zamanı, insanı, olayı bir şekilde sabitlediğiniz anda, yani kurmacanın sınırlarında A4’ün kendisi bile başlı başına bir mekândır. Somut tarafından bakarsanız, insanın bedeni onun sınırlı mekânıdır; soyut tarafından bakarsanız insanın belleği onun sonsuz düşüncelerinin mekânıdır. Bırakalım öyküyü, romanı geldiğimiz şu noktada herhangi bir düşünceyi yazıya dökmek bile, soyut mekânın somut mekâna aktarılması demektir. Dolayısıyla mekân kavramı olmadan değil yazmak, düşünemeyiz bile.
“Her okuyuşta yeni bir yolculuğa çıkmış olmanın verdiği hazla, acaba bu kitapta beni nasıl bir macera bekliyor düşüncesinin uyandırdığı merakla bembeyaz bir sayfanın üstünde yürüyordum, kara ilk defa basar gibi, gözlerim ilk o sayfaya basıyor, kitaplar ve yollar farklılaşıyor ama sayfayı çevirmenin heyecanı hep aynı kalıyordu. Yürüdükçe uzayan mekânlar, yaşadıkça çoğalan zamanlara karışıyor ve ben okudukça harflerle oluşabilecek sonsuz, sınırsız bir kombinasyonun içinde kayboluyordum.” diyorsunuz “Yeniden İnşa”da. İçimizden geçen yollar ile içimizdeki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür…
Okumak ve yazmak başlı başına bir yolculuk benim için. Bir kitabı okurken ya da yazarken yeni bir yolculuğa çıkıyoruz. Kitabı okurken çevirdiğimiz her sayfa bilinmezliklerle dolu bir dünyayı beraberinde getiriyor; her cümlede yeni bir yola giriyoruz, yoldan çıkıyoruz. Kitabı yazarken de kurmaca dünyalar yaratıyor ya da kavramsal haritalar çiziyoruz; kelimelerle şehirler, evler, duvarlar örüyoruz; harflerin sonsuz ve sınırsız kombinasyonundan oluşan yollara okur da girebilsin, sayfaların arasında dolaşabilsin, arayabilsin, kaybolabilsin, kendisi de yeni bir yol çizebilsin diye. Kitaplar, hem dışa hem içe yolculuğun açık kapılarıdır. Ben başka dünyalara hep bu kapılardan girdim. İçimi dökebildiğim en uzun yolculukları kitaplarla yaptım, gerek okuyarak gerek yazarak gerek gezerek. Nasıl bir keşif dediğiniz anda ise kendimi keşfedebildim, kendimi bulabildim, kendimi sevebildim; dünyadaki cehenneme inat kendi küçük cennetimi yaratabilmeyi, kötülüklere direnebilmeyi, bir canlının acısını elimden geldiğince dindirebilmeyi, sonra o canlının gözlerinde hayatın anlamının gizlenebileceğini, asıl mutluluğun “yaşamak ve yaşatmak”ta gizlendiğini keşfettim.
Önceki öykü kitaplarınızdan sonra, çok yakın bir zamanda romanınız çıktı. Dumanı üstünde… “Yeniden İnşa” hangi dönüşümü/ değişimi imliyor? İçsel ve dışsal olarak geçirilen/yaşanan/gözlenen bir “inşa” süreci mi bu? Kahramanlarımızın aradığı nedir o şehirde?
Evet tam olarak bir inşa süreci bu. Kendi hâlinde bir kütüphane görevlisinin gerçek hayatta bulamadığı sevgiyi kitapların dünyasında aramasını, bu süreçte hayalî bir roman kahramanına rastlamasını, ondan dinlediği hikâyelerin gizemine kapılıp peşine düşerek insanı/dünyayı/hayatı anlamaya çalışmasını, kendi payına düşen cümlelerle yeniden var olmasını ve artık başka bir şeye dönüşmesini anlatıyor. Buna insanın kendine dönme ve hatta kendine dönüşme süreci de diyebiliriz. Dolayısıyla kahramanımın yaşadığı şehirde aradığı şey, başka bir roman kahramanı iken bulduğu şey belki de kendisidir, belki bambaşka bir “şey”. Okuyunca göreceğiz 🙂
“Bense her geçen gün âşığı olduğum bu şehrin, içindeki tezatları bile sanata çevirmesine bir kere daha hayran kalıyordum. Beni ağacıyla havasıyla suyuyla annem gibi sarıp sarmalayan, babam gibi koruyup gözeten mekân. Varlığım onunla sabitti. Ruhum zamanla akışkan, bedenim mekânla durağan. Yaşamak zaten bu ikilikler arasında denge kurmakla mümkün değil mi?” diyorsunuz romanınızda. Bu alıntıdan yola çıkarak yaşamak, şehir, tezat ve denge kavramları ve bunların birbiriyle ilişkisi hakkında neler söylersiniz?
Şehir kavramını tezatların uyumu olarak görüyorum. Bir şehrin içinde her yaştan, görüşten, meslekten, karakterden insan bulabilirsiniz. Bir şehirde ne kadar insan varsa o kadar farklı dünya vardır. Yaşamaksa bu farklılıklar, benzerlikler ve hatta zıtlıklar arasında bile var olmaya çalışmak ve denge kurmaktır. İçinde yaşadığımız şehirle içimizde yaşattığımız şehir arasındaki uyum ya da uçurum, insanın mutluluğu ya da mutsuzluğu hakkında belirleyici olabiliyor.
Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?
Değişim ve dönüşüm kaçınılmaz. İnsanın, doğanın, dünyanın tabiatı böyle. Dolayısıyla şehirler de değişecek, şehirlerin insanda bıraktığı izler de. Önemli olan, bu kaçınılmaz gerçekle nasıl, ne kadar, ne şekilde mücadele edebildiğimiz. İçinde bulunduğumuz şehrin mimari yapısını ve burada gizlenen anıları ne derece koruyabildiğimiz. İnsan, doğadan çoktan kopmuştu ama özellikle son yirmi yılda şehirlerin dokusu öyle bozuldu ki sonrasını hayal bile edemiyorum. Doğadan, hayvandan, ağaçtan uzak bir zihniyetle, çarpık kentleşmeyle, plansız projesiz hamlelerle, komik restorasyonlarla, rant ve talan odaklı çevre politikasıyla ne hâle geldiğimizi mekânların yüzünden okumak mümkün.
Ama her şeye inat, yaşamaya ve yaşatmaya devam edeceğiz. Zaman, insanda yaşar. İnsan, mekânda yaşar. Zamanın da mekânda yaşaması biraz da bundandır. Bir zamanlar içinde bulunduğumuz şehre yıllar geçtikten sonra yeniden gittiğimizde değişen, sökülen, bozulan, yıkılan sadece beton, taş, duvar değil aynı zamanda bize ait anılardır. Mekan bizim belleğimizin de yuvasıdır. Deforme edilen her yapı insanda açılan bir oyuk gibidir, anılar sızar, insana ait yaşantılar, bellek, kimlik ve daha birçok şey bu çatlaklardan akar. Sadece bir kişinin değil bütün toplumun kaybıdır bu. İnsanların bir arada yaşadığı, sosyal hayatını idame ettirdiği, kültürünü ve sanatını aktardığı mekânın bozulması, sizin deyiminizle böyle yerlerin, sokakların sadece numaralardan ibaret olması küçük gibi görünse de aslında nasıl büyük bir yıkımdır. Bir sokağın, bir evin, bir semtin adını değiştirmek sadece mekâna değil insana ait ve insana dair birçok şeye de kıymak demektir. İstanbul’un Fatih sınırları içerisindeki Laleli semtini ele alalım. Bu semtin adını değiştirdiğinizde ya da sokaklarının yapısını bozduğunuzda Cemal Süreya’nın “Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız” dizesini ne yapacağız. Ya da Orhon Murat Arıburnu’nun Lalelim şiirini nasıl yorumlayacağız:
“Lalelim
Laleli’de oturur
Laleli, lale kokar
Lalelimden
Laleli’den geçilir
Lalelimden geçilmez.”
“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?
Bir kış gecesi eğer bir yolcu olsaydım, şehir şehir dolaşsaydım, yeni bir yere ve başka bir ülkeye varacak olmanın hazzıyla kilometreleri aşarken bir an dursaydım, o kış gecesi o sokakta her adımda kendimden kaçarken aslında her köşe başında, her yerde, her yüzde kendime rastlayacak olmanın verdiği o tuhaf duyguyla bir an duraklar, kapımı çalar ve kendime sımsıkı sarılarak Kavafis’in şu şiiri okurdum:
Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
Bir ceset gibi gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.
Seçmekte her zaman zorlanırım ama aklıma ilk gelenler şöyle:
Film:
1. Paris’te Gece Yarısı (Midnight in Paris, Woody Allen)
2. İstanbul Kırmızısı (Ferzan Özpetek)
3. Özgürlük Yolu (Into the Wild, Sean Penn)
Öykü:
1. Burun (Gogol)
2. Sancho’nun Sabah Yürüyüşü (Haldun Taner)
3. Tahta At (Oğuz Atay)
Şiir:
1. Şehir (Konstantinos Kavafis)
2. İstanbul’u Dinliyorum Gözlerim Kapalı (Orhan Veli Kanık)
3. Bursa’da Zaman (Ahmet Hamdi Tanpınar)
Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?
Edebiyatı sadece kendi gördüğüm şehirlerle sınırlayamam, dünyanın bütün şehirlerini gezip görmeliyim ki onu bir şehre benzetebileyim. Şimdilik “hiçbir yer” diyelim, belki ütopya, belki Simeranya, belki bütün mekânları içine alabilecek kadar geniş ve bomboş bir sayfa.
edebiyathaber.net (5 Aralık 2022)