Kediler ve martılar desem aklınıza ilk ne gelir? Elbette İstanbul. İstanbul’la özdeşleşmiştir kediler ve martılar. Oysa her kentin kedileri, köpekleri, kuşları var. Onlar olmadan hiçbir yer yaşanılır değil, hatta eksik, kimsesiz ve yavan. Ama söz konusu İstanbul ise, kedileri, köpekleri, martıları, kargaları ve güvercinleri olmasa İstanbul asla İstanbul olamazmış gibi geliyor insana.
Edebiyat ve psikoloji alanında çarpıcı ve nitelikli yazıları, Psikanalitik Edebiyat Okumaları başlığında sürdürdüğü atölye çalışmalarından tanıdığımız yazar ve terapist Tuğçe Isıyel, İstanbul’un bence asıl sakinleri olan hayvanlar üzerine bir kitap hazırlayarak harika bir işe imza atmış. Isıyel, “Kedilerin, köpeklerin pati izleri, İstanbul’un mührüdür.” dediği keyifli bir önsözle başlatıyor kitabı, kısacık bir önsözden sonra sözü yazarlara bırakıyor.
On sekiz yazar kendi pencerelerinden kendi üslupları ile, siz isteseniz de istemeseniz de, yaşamımızın bir parçası olmuş bu canlıları anlatıyorlar bize. Edebiyat neye bulaşsa tadı başka oluyor ya; on sekiz yazar, bazen hep içimizde olup hiç dile gelmemiş duygularımıza tercüman oluyorlar, bazen hiç deneyimlemediğimiz anılarını anlatıyorlar, bazen hüzünlendiriyor, bazen öfkelenmemize neden olup, çokça da gülümsetiyorlar.
Şükrü Erbaş “İstanbul’un merhametisin.” diyor bir sokak köpeğine ve onunla yaşadığı anları şiirsel cümleleri ile paylaşıyor. Erbaş sokak köpeği ile içinden içli mi içli bir sohbete konuk ederken okurunu, Mehmet Güreli o bu ne der takmadan yaralı bir martı ile doğrudan koyu bir sohbete koyuluyor. Güreli’ninki hikaye içinde hikaye: sohbet arkadaşı martıya, Üsküdar’dan Napoli’ye, oradan tekrar Üsküdar’a birbiri ile sohbet ederek gidip gelen kargaların hikayesini anlatıyor.
Öyle eminim ki, İstanbul’un neredeyse tamamının martılarla, kedilerle, köpeklerle, güvercinlerle, kargalarla konuştuğuna.
Sevin Okyay evlerinden, mahallelerinden, yaşamlarından geçen onlarca kediyi anlatıyor kısacık yazısında. “Sokak kedileri, İstanbul’un bize emaneti…” diyor, “Şehrin sokaklarının tarihinde sayfaları vardır.” diyor. Ali Ayçil ise İstanbul’un Halk Güvercinleri başlıklı anlatısında güvercinleri de ekliyor tarihe: “…siz bu şehrin kanatlı tarihisiniz…”
Sadece İstanbul’un değil, bütün şehirlerin kulaklarına fısıldasam şu cümleleri diyorum…
Mario Levi ile kısacık bir terkedilme hikayesinin içine düşüveriyoruz, Pedro’nun hikayesine. Hikâye kısacık, ama her satırda dünyanın bütün terkedilme hikayeleri birbirine ekleniyor, içimizdeki isyan ve çaresizlik uzadıkça uzuyor. Hele bir de Pedro sormuyor mu “İnsanların sevgisi nasıl bir sevgiydi?” diye, çık çıkabilirsen o hikayelerin içinden…
Pedro’nun hikayesinin hüznü eksilmeden, Irmak Zileli’nin sokak hayvanları ile sokakta yaşayan insanların kader ortaklığının hikayesinde başka bir hüznü daha ekliyoruz içimize. Süleyman, Şermin, Karin, Roj, Saka, Kamber… “Onlar yoksa; yoktu işte İstanbul.” diyor Zileli de. Of ne kadar haklı… İstanbul’un Sakinleri çoğalırken çoğaltıyorlar bizi de…
Fuat Sevimay da Dragon ile katılıyor hüzün kervanına ama neyse ki yüreği çok ama çok güzel insanların da var olduğunu hatırlatıveriyor; Adalet var mesela, Türkân Hanım var, Elif var, Daragon’u da onları da kucaklayası geliyor insanın okudukça…
Sayfayı bir çeviriyorum Haydar Ergülen. Baştan ayağa şiirin kendisi olmuş bir şair, kedileri sevmeye de yazmaya da doyamayan Haydar Ergülen… “Kedi bizzat şiirdir!”, “Hem de kedi bizzat İstanbul değil midir?” dediği yazısında bütün satırların altı çizilesi… Kedi bizzat şiirse, şairler de bizzat kedi değil midir zaten diye sesleniyorum içimden Haydar Ergülen’e.
Gökhan Akçura, hem kedilerle hem köpeklerle yaşadığı deneyimi anlatırken bir kedinin bir erkeği nasıl da eğittiğinin, nasıl da dize getirdiğinin özellikle altını çiziyor. Hınzır hınzır gülümsüyorum ben de…
E konu hayvanlar olur da her şey güllük gülistanlık olur mu? İnsanoğlu bu, hayvanlar da çiğ süt emiyor ama insanınki bir başka olmalı, şu dünyada hiçbir canlı çekmedi insanoğlundan çektiği kadar. Ethem Baran’ın hikayesi kuşçuların hayatlarına götürüyor bizi. Emrah Polat’ın hikayesi ise köpek dövüştürenlere. Nasıl bir sevgi ise kuşçuların güvercin sevgisi, köpek dövüştürenlerin köpek sevgisi! Ölesiye, öldüresiye. Yüzümüze tokat hikayeler, vuruyor yüzümüze egolarımızı, hırsımızı, insanlığımızı… Mario Levi’nin Pedro’sunun sesi tekrar tekrar kulaklarımda: “İnsanların sevgisi nasıl bir sevgiydi?”
Sahi nasıl bir sevgi bizimki?..
Ömer İzgeç’in ve Pelin Buzluk’un hikayeleri ile Gezi anılarımızı tazeliyoruz ve bir kez daha hatırlıyoruz, binlerce insanı bir anda meydanlara çeken ağaçların, çimenlerin, kuşların, kedilerin, köpeklerin gücünü, desteğini… İyi ki yaşamışız ya o günleri, kolaysa söksünler içimizden şehrin sakinlerinin yeşerttiği umutlarımızı.
Hikayeler, küçük hayatlara çevirir yüzünü, o hayatları büyütür. Mevsim Yenice’nin kaleminden Deny’nin hikayesi o hikayelerden. Güvercin Deny, dokunduğu hayatları büyütüyor. Hayvanlar sayesinde hayatın farkına varmamıza, insanlığın ne olduğunu anlamamıza dair en güzel hikayelerden biri Deny’nin hikayesi.
Sokaklarda karşılaştığımız, göz göze geldiğimizde bazen içimizi sevgi ve umutla dolduran, bazen gözlerimizi kaçırmak zorunda kaldıklarımız. Şehrin asıl sakinleri onlar. Onların dili olmuş İstanbul’un Sakinleri. Aslında onlardan çok bizi bize anlatıyor.
Ve Tuğçe Isıyel’in dediği gibi:
“Ama yazarlar iyi ki varlar.
Bir yorgunluk kahvesi gibi bizi dinlendirmeye, umutlandırmaya, düşündürmeye devam ediyorlar.”
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (2 Şubat 2018)