Medya; Baudrillard’a göre, sıcak bir haberi, soğuk kitleler diye tanımladığı seyirciye, gene soğuk bir nesne olan televizyon aracılığıyla soğuk servis ederek, her şeye “görülmüştür” damgası vuruyordu, o kadar. Seyrin göz doluluğu, zihninde bu doluluktan nasipleneceği anlamına geliyor muydu peki? Tabiî ki de hayır.
“Kültürel belleğin hep özel taşıyıcıları oldu. Bunlara şamanlar, “bard” olarak adlandırılan kelt ozanları, griot’lar, rahipler, öğretmenler, yazarlar, filozoflar, mandarinler ve adları ne olursa olsun kendilerine bilgiyi taşıma yetkisi tanınmış olanların tümü dâhildir.” (1)
Assmann’ın listesine TV’yi ekleyeli çok zaman oldu. Kaçarı yok, medyaerkil bir belleğe sahibiz hepimiz. Baudrillard’ın yukarıda belirtilen Körfez Savaşı yorumu ile de bu belleğin sosyolojisinin temelleri atılmıştı.
Muhteşem Yüzyıl dizisinde Şehzade Mustafa’nın yedi cellât tarafından boğdurulmasının gösterilmesinden sonra şehzadenin Bursa’daki anıt mezarlığını o gün içerisinde bine yakın insan ziyarete gitmiş. Birkaç gün sonra ise bir vatandaşın Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa hakkında “Halkı kin ve nefrete sürüklemek” ve “Azmettirerek boğdurma” suçlarından Bursa Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunduğunu öğrendik. Çok şaşırmadık. Bir TV dizisinde ölen bir karakter için cenaze namazı da kılınmıştı bu ülkede. Kaldı ki çok da “garip durumlar” başlığı altında Türkiye halklarına mal edilecek bir şey değil bu. Zamane çağı; gerçek, kurgu, geçmiş, bugün hepsini birbirine bulamaç edebiliyor. Haliyle küresel köy vatandaşlarının kafası karışabiliyor.
B. Croce bütün tarihin “çağdaş tarih” olduğunu söyler. (“Çağdaş” bugünkü zaman dilimi içinde “eşzamanlı” demek- Nilüfer Göle’nin Melez Desenler’deki tanımı) Yani geçmişe dair “şimdi” anlatılan her şeyin içerisinde gene şimdiye ait özgün yorumlar vardır. Günün koşulları, kültürü, değerleri, yasakları geçmişin nasıl anlatılacağını belirler. E. H. Carr, “Tarih Nedir?” kitabında bunu “Tarih yorum demektir” ile anlatır. Muhteşem Yüzyıl dizisindeki vahşi görüntüleri kimi tarihçi “devletin bekası için gerekliydi” diye yorumlarken kimi tarihçi “Osmanlı böyle bir şeydi işte” demeye getirdi. Bunlardan önemli ne oldu derseniz, 461 yıl önce yaşanmış şey, ertesi günkü gazetelerde manşete taşındı. Sayısı ciddiye alınacak kadar insan da 461 yıl önce olmuş olayı şimdilerine taşımaya karar verip, anıt mezarlığa akın etti.
Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk’ta bir hikâye anlatır: “Mısır firavunu Psammetikhos, Pers kralı Kambyses’e yenilip esir düştüğünde, Kambyses onu aşağılamak için Pers zafer alayının geçeceği yola götürülmesini emreder. Her şey öyle ayarlanmıştır ki, Psammetikhos kızını bir hizmetçi olarak, testiyle kuyuya giderken görür. Bütün Mısırlılar bu görüntü karşısında ağlayıp yakınırken, Psammetikhos öylece durur; gözlerini yere diker, kılı kıpırdamaz, ağzından tek bir söz çıkmaz. İdam edilmeye götürülen oğlunu gördüğünde, gene tepkisiz kalır. Ama esirler arasında yaşlı, yoksul düşmüş hizmetkârını görünce, yüzünde derin acı işaretleri görülür, dövünmeye başlar.(…) Örneğin Montaigne, Mısır firavununun neden yalnızca hizmetkârını görünce ağlayıp dövündüğünü sorar kendine. Ve şöyle cevaplar: “O kadar kederliydi ki, der, “kederindeki ufacık bir artış, duygularını zapt edememesine yetmişti.” Ama şöyle de söylenebilir: “Kendi soyundan olanların yazgısı firavunu etkilemez, çünkü bu onun kendi yazgısıdır.” Ya da: “Gerçek hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek etkiler bizi. Firavun için hizmetkârı yalnızca bir oyuncudur.” Ya da: “Kederin büyüğü tıkar insanı ve ancak bir gevşemeyle birlikte dışavurulabilir. Hizmetkârın görülmesi, bu gevşeme anıdır.” Herodotos, hiçbir açıklama yapmaz. Hikâyeyi olabilecek en kuru üslupta aktarır.”[1]
Bunu okuduğumda koyulaştırdığım yer dikkatimi çekmişti. En düşük olasılıklı tahmindi ama yalan da değildi.
Çok büyük bir kalabalık karşısında bir yığın polisin bir güç olarak nasıl yetebildiği, burnumuzun ucunda duran hapishane duvarlarının nasıl yıkılamadığı, adalet derdi olmayan sözde adalet mahkeme kararlarının nasıl olur da fes edilemediği gibi anlaşılması zor basitlikler var alışılagelen dünya düzeninde. Her şey çok mümkün her şey çok kolay gözüküyorken niçin yapılamadığı sorusu karşısında verebilecek bir yanıt var: Alıştık ve bakmayın iğnenin ucu bize değmediği sürece çok da rahatız. “Gerçek hayatta kayıtsız kaldığımız şeylere” de alıştık. Katıla katıla gülme seansları için para ödeyen insanların şunun şurasında bir saatini de katıla katıla ağlamaya ayırmasında bir tuhaflık yok. Hem geçmiş bugünü unutturabilir de. Oyalanıyoruz ne güzel. Seve seve ağlarız ne demek.
1- Jann Assmann, Kültürel Bellek “Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik” (ç. Ayşe tekin), Birinci Basım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 57
[1] Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Dördüncü Basım, İstanbul: Metis Yayınları, 2006, s. 83
Filiz Gazi – edebiyathaber.net (17 Şubat 2014)