Genellikle, döneminin kültürel ve sosyal yapısına getirdiği sert eleştiriler ile anılan ancak edebiyatı çok fazla tartışılmamış bir yazar Selahattin Enis. Bu nedenle, Ayrıntı Yayınları’nın Türkçe Klasikler dizisinden çıkan, yazarın öykülerinin yer aldığı, “Bataklık Çiçeği” üzerinde durulması gereken bir metin fikrimce. Bu kitapta yer alan öykülerden anlıyoruz ki Enis’in öfkeli dili yalnızca döneminin yöneticilerine ve edebiyat çevrelerine yönelmemiş. Eserlerini natüralizm akımının etkisinde ortaya koyan yazar, yaşamın kirini, pasını, acısını tüm çıplaklığıyla ortaya koyarken, hiddeti dilinden eksik etmemiş.
Onun öykülerinde, “hayat kadınları”, otopsi odalarında gününü geçirenler, zenginlik içerisinde yaşarken tüm servetini kaybedip, bir lokma ekmeğe muhtaç hâle gelmiş düşmüş insanlar, katiller, eserleri sanat çevrelerinde değer görmemiş sanatçılar, çingeneler, hayatını kedilere adamış kadınlar, köyden gelip kurnazlığıyla esnaflığın hakkını vermeye çalışırken, her şeyini kaybetmiş insanlar, yaşamın sefaletini çekmiş tipler yer buluyor. Şahabettin Süleyman, Enis üzerine yazdığı bir tanıtımda şöyle bahsediyor bu durumdan; “Hakîkıyyun mesleğine “realizme” ve bilhassa Zola’ya olan fart-ı muhabbeti (aşırı sevgi ve muhabbeti) hasebiyle eserlerinde bugünkü ahlâkın henüz kabul edemeyeceği mesâil üzerinde dolaşır. Tedkik mûşâhade ettikten sonra derin samimi ve kaabil olduğu kadar gayr-i şahsi nakleder; bu sebeple siz ona bazan dilencilerin teneke kaplı evleri karşısında, tıbbiyenin naaş kokan koridorlarında ve teşrihhanesinde, bazan da cami kapılarında, tabaakat-ı âdiyenin yaşamış oldukları mahallelerde rasgelirsiniz.”[1]
Şahabettin Süleyman’ın bahsettiği gibi yazarın “Bataklık Çiçeği” adlı kitabındaki öykülerde de genel ahlaki kodlar açısından düşünüldüğünde, bugün bile belli çevreleri rahatsız edebilecek meseleler, gerçekçi bir tasvirle ele alınıyor. Enes, her ne kadar sert bir dil ile mekân olarak seçtiği yerin, karanlık sokaklarından, arka mahallelerinden ve burada yaşayan insanlarından bahsetse de öfkeli dilini, sisteme, devlete veya toplumsal değerlere değil, bireyin kendi varlığına odaklıyor. Yani yazar, sınıfsal eşitsizlikler, toplumun bakış açısı, ahlaksal yargılar gibi meseleleri çok gündem etmeyerek daha çok karakterleri özelinde, bireysel ahlâkî çöküntü ekseninde konuları ele alıyor denilebilir. Ancak elbette anakronizme düşmemek için yazarın dönemi düşünüldüğünde, cesur bir anlatı ortaya koyduğunu es geçmemek gerek.
Enis, kara bir anlatı ortaya koyuyor, olayları, duyguları ve kişileri olabildiğince gerçekçi betimlemeye çabalıyor, öykülerinde yaşamı olduğu gibi nakletme gayreti dikkat çekiyor. Bu anlamda kitapta bahsedilmesi gereken öykülerinden birisi “Çingeneler” bana kalırsa. Yazarın eserlerini verdiği dönem düşünüldüğünde, toplumun “ötekinin bile öteki” tarafında yer verdiği bir grubu, yaşam ve geçim biçimleriyle birlikte, onlara yönelen “yabancı bakışı” deşifre ederek hikâye etmesinin önemli olduğunu söylemek gerek. Ki yazarın bu öyküde Çingene yaşamı ile kendi yaşamlarını karşılaştırdığı, onların sınırsız ve özgür yaşamına tamahkâr bir bakış attığı seziliyor: “Onların hepsi hemen aynı ailenin evladı gibiydiler. Aralarında en tabiî ve hakiki bir hayat hüküm sürüyordu. Ekseriya aynı çerge altında iki üç aile yatıyordu. Oturdukları mevkiler beynine (arasına) bir hat ve hudut çizmedikleri gibi bizim gibi döşekleri arasına da bir duvar ve hudut koymadıkları için hemen ekseri geceler, her döşek aynı çerge altında yatanları birbirine naklediyor ve onlar böyle bir nakl-i daimî (sürekli nakil) içinde her gece sinirlerinin çeşnisini değiştiriyorlardı.” Selahattin Enis’in Çingenelerin yaşamını derinlemesine gözleme tabi tutmuş gibi naklettiği bu öykü nedeniyle mahkemeye verildiğini hatırlamalı.[2]
Kitabın isim öyküsü olan, “Bataklık Çiçeği”nde yazar, bir erkeğin âşık olduğu kadın nedeniyle çektiği varlık sıkıntısını, biraz şiirsel diyebileceğimiz ve yine öfkenin çok derin hissedildiği bir dil ile anlatıyor. Bu öyküde de yazarın öfkesini yönelttiği karakterinin, kötülüğünü, toplumun dışında bir oluşla değerlendirdiğine ve onun varlığı gereği kötü olduğuna gönderme yaptığına tanık oluyoruz. Örneğin; “sen kötü yapan muhitin değildi. Sen bizzat muzır olmak için adi ve faziletsiz olmak için doğmuştun” diyen erkek karakter, burada sevdiği kadın olan Semra’nın kendi özündeki kötülükten dem vuruyor. Yazarın anlatısında genellikle, benzer ifadeleri kullandığına, yani karakterlerinin varlığı gereği kötü oluşunu vurguladığına sıkça rastlıyoruz. Ayrıca, dönemi içerisinde hem sanat çevresine hem de yöneticilere getirdiği eleştirilerle “yıkıcı” bir rol üstlenmeye çalışan bir yazarın, her şeye rağmen genel kodlardan kurtulamadığına, özellikle kadına bakışta epey rastladığımızı belirtmemiz gerekiyor. “Kötü yola düşmüş” kadın tasvirinin genelde erkekleri kendisine âşık eden, onun parasını sömüren ve para yoksa sevgi de vermeyen kadınlar şeklinde ifade ettiği de görmezden gelinmemeli. “Bütün Bir Hayat” adlı öyküde ailesinden kalan serveti bitirene kadar gününü gün eden Ahmet Mualla, servetinin son kalanını sevdiği kadınla bitirirken şu cümleleri kuruyor mesela: “İspirtonun verdiği sarhoşluk tufanı içinde öyle yüksek, çıplak, hayâsız, bir gülüşle güldü ki, üryan vücudunda yüzlerce münhaniler (kıvrımlar) hâsıl oldu. İlk defa bu gece Semra, yaldızlarını atmış, hakiki hüviyetiyle, orospu hüviyetiyle meydana çıkmıştı.” “Şaheser” adlı bir başka öyküde ise şöyle ifadesini buluyor durum; “Birden, bu, paradan mahlûk ve masnû (düzmece) hayvan karıdan iğrenir oldum. Kolundan tutarak kendisini çırılçıplak bir çuval gibi yatağa fırlattım. Ve yerdeki paraları göstererek ‘bütün bunları senin için getirdim. Al al!’ dedim.” Yazarın kadını, erkeğin öfkesini yönelttiği, onları yoldan çıkaran, ahlâklı olmaktan saptıran bir nesne şeklinde tasvir ettiğini söyleyebiliriz bu öykülerden yola çıkarak. Her ne kadar bir yazarı dönemine göre yorumlamak gayretinde olsak da o günden bugüne kadar olanı sorgulamak ve pek çok ahlâkî kodun benzer biçimde varlığını sürdürdüğünü görmek açısından, Enis’in öykülerinde karşımıza çıkan kadın temsiline dikkat çekmek gerekli fikrimce.
Tüm bunlara rağmen “Bir Kadının Son Mektubu” adlı öyküsünde yazar, bizi kadın dilinden bir öykü ile de buluşturuyor. Yazarın öykülerinin geneline baktığımızda bu önemli olarak değerlendirilebilecek bir durum. Çünkü bu öyküde genellikle “kötü yola düşmüş” olarak karşımıza çıkan kadın hikâyesi, yine sert ifadelerin hâkim olduğu bir dil ile ancak bu sefer kadının bakışıyla anlatılıyor. “Ben her gece bacaklarımın arasında mukaddesat-ı ahlâkiyenin (ahlâk değerlerinin) bir köpek zilletiyle kıvrandığını ve ayaklarımın altında bünyân-ı içtimaînin (toplumsal yapının) biraz daha çöktüğünü görmek istiyordum.” Buradaki anlatımda yukarıdaki örneklerin aksine ahlâk değerlerinden, toplumdan eleştirel bir tavırla söz edildiği görünüyor. Bu açıdan bu öykü, kitaptaki diğer metinlerin tersine genel toplumsal kodlar açısından düşünüldüğünde, biraz daha farklı bir yere konumlanıyor. Yazarın bu öyküdeki tavrının diğer öykülerine yansımaması, yani toplumsal gözün bakışıyla kadın karakterleri değerlendirmesi, sanıyorum daha derin bir araştırmanın konusu olabilir.
Selahattin Enis, her şeye rağmen üzerinde durulması ve atlanmaması gereken bir yazar hem yarattığı karakterler hem de dönemi düşünüldüğünde ele aldığı meseleleri cesurca bir anlatıya dönüştürebilmesi açısından ilginç bir yere konumlanıyor. Yazar, dünyanın “bataklık” olarak değerlendirilebilecek yerlerindeki insanların yaşamına gözümüzü çevirirken, bize de belki bataklığın arkasında yatanı yani toplumu, sistemi, eşitsizlikleri göstermek düşüyor. Bu nedenle hem kitaptaki öyküler ve hem de genel olarak yazarın edebiyatı üzerine düşünmek, döneminin şartları içerisinde yapmaya çalıştığını, çabasını anlamak için bu yazı kısa bir giriş olabilir belki.
Emek Erez – edebiyathaber.net (3 Eylül 2018)
[1] Akt. Cevdet Kudret, (1970), “Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman 1859-1959”, s. 204, Ankara: Bilgi Yayınevi.
[2] 1. Dipnot, age. s. 206.