Selahattin Yolgiden: “Gördüğüm her şeyin şiir olduğunu anladım”

Mayıs 14, 2015

Selahattin Yolgiden: “Gördüğüm her şeyin şiir olduğunu anladım”

gittigim_en_uzak_yer_sizdiniz_1baski

Söyleşi: İpek Baysan

Edebiyatımızın genç kuşak şairlerinden Selahattin Yolgiden’in altıncı kitabı “Gittiğim En Uzak Yer Sizdiniz” adıyla Kırmızı Kedi tarafından yayımlandı. Mayıs ayının başında raflarda yerini alan kitap, şairin on beşinci sanat yılının ürünü. Yolgiden’le şiir serüvenini ve yeni kitabını konuştuk.

İlk şiiriniz 2000 yılında E dergisinde yayımlanmıştı, ilk kitabınız “Su Kıyısında Kimse Yoktu” ise 2004’te geldi ve Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü kazandınız. Hayli genç bir yaşta böyle bir ödülü kazanmış olmak size ne kazandırdı diye sorsam…

Bu sorunun hayli kapsamlı bir cevabı olacaktır. İlk kitabımı oluşturan şiirlerle epeyce uğraştım. Çünkü bir sözüm vardı kendime; şiir dilimin oturduğunu düşündüğümde yayımlamaya başlayacaktım. İlk şiirim E dergisinde yayımlandıktan sonra bir süre Öteki-siz dergisinde şiir yayımlamaya devam ettim. Bu sırada da Su Kıyısında Kimse Yoktu’nun şiirlerini yazıyordum. Bir gün bir cesaret, şiirlerimi elime alıp Adam Sanat dergisine gittim. Küçücük bir odaya girdim. Merhaba, dedim, adım Selahattin, bunlar da şiirlerim. Yalnız, nutkum tutulmuştu; karşımdaki masada Cevat Çapan oturuyordu, solda Turgay Fişekçi, odada ayrıca Roni Margulies ve yanılmıyorsam Hakan Savlı da vardı. O güzelim günlerinden biriydi yani Adam Sanat’ın. Daha sonra o şiirler birbiri ardına Adam Sanat’ta yayımlanmaya başladı. Bir gün Turgay Fişekçi aradı ve “Sana kitap yapacağız,” dedi. O kadar şaşırmış ve sevinmiştim ki anlatamam. Kitabın isminin şöyle bir hikâyesi var: Adam Yayınları’nın bir odasında, kitaptaki şiirlerin bir yandan son kontrollerini yapıyor, bir yandan da kitabın hâlâ bulamadığım ismini düşünüyordum. Semih Gümüş alt kattaki odasından yukarıya çıktı ve beni görünce “Ne yapıyorsun?” diye sordu. Durumu anlattım. Koridorda, dergiyi ziyarete gelmiş İlhan Berk’le karşılaştık. Semih Gümüş, “İlhan Ağabey, bu çocuğun kitabına isim arıyoruz,” dedi şaka yollu. İlhan Berk sonradan kitap olacak dosyanın arasından bir kâğıt seçti ve şöyle dedi “İsim burada işte, ‘Su Kıyısında Kimse Yoktu’ koyun gitsin!” Daha sonra ise bir akşamüstü Hüseyin Alemdar’dan bir telefon aldım, “Selahattin, Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü kazandın,” dedi. İşte o beklenmedik bir zamanda gelen mutluluğumu asla anlatamam. Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü kazanmak bana, şimdi dönüp baktığımda, size bu kadar önemli insanlarla dolu bir cevap vermemi bile sağlamış olsa benim için yeterli. Ödüllerin üzerimde bir “devam, daha çok çalışarak, daha iyisini yazmaya çalışarak devam” etkisi yarattığını söyleyebilirim. Bu tamamen benimle ilgili bir şey ama.

Ardından gelen “Gün Geceye Küstüğünde” kitabınızda yine ilk kitabınızın izleğini devam ettirmiştiniz. Su Kıyısında Kimse Yoktu’da da bahsettiğiniz azınlıklar, eski İstanbul, bahçeler, uzaklara gidenler, çocukluk görüntüleri ve kendi yaşamınızdan hatırladıklarınız ekseninde yazılmış lirik şiirler ön plandaydı. Şiirlerinizde bir “tarihten” bahsederken, kendi tarihinizi baz alıyorsunuz sanki ve arada birileri geliyor şiire, size bir şeyler söylüyor ve gidiyorlar. Geçmişi anlatmak bu kadar önemli mi sizce?

Elbette önemli. Ancak ben şu şekilde bakarım bu duruma: Bir ayağım şimdiki zamandayken, geçmişi anlattım ilk iki kitabımda. O azınlıklar neredeyse yok artık İstanbul’da. Kaçırmışız, bir sürü yanlışlar yaparak üstelik. Ayrıca ben de göçmen bir ailenin çocuğuyum. Dedelerim Selanik’ten, Üsküp’ten gelmiş. Ailemden o zamanlara ait hikâyeler dinleyerek büyüdüm. Bu hikâyelerin hayatımda bir yansıması olması gerekliydi. Özellikle ilk iki kitabımdaki şiirleri birilerine minnet borcumu ödemek için yazdım. İlk kitabımın ithafındaki Alaattin, benden önce doğup ölen abimdir. Bir Kurban Bayramı sabahında kuşpalazından vefat edene kadar anne ve babasının göz bebeğiydi. Alaattin hakkında o kadar hikâye dinledim, onu annemin kucağında gösteren o silik fotoğrafa o kadar baktım ki sanki zaten tanışmıştım. Diğeri, Özcan ise evlendiği gece eşiyle beraber trafik kazasında vefat etti. Kuzenimdi. Gün Geceye Küstüğünde’deki Baba Tarafı, Anne Tarafı, 1985, Annem İncecikti ve Bağ şiirleri çocukluğumun özetidir. Böyle bir durumdayken bunları hiç anlatmasaydım şimdi ne halde olacağımı tahmin bile edemem.

Unuttuğum Limanlar” kitabınızda ise liman şehirlerini yazdınız. İlk kitabınızdan beri sizi takip eden deniz, bu kitabınızda başroldeydi. Ancak bu şiirlerde öncekilere göre belirgin farklar vardı bence. İmgeler daha önemli bir hale gelmiş, naratif yapı bir adım geriye çekilmiş gibiydi. O kitaptaki İstanbul şiirinizde “sesler, sözcükler ve görüntülerden başka bir şey kalmadı hayatımda” dizesi de sanki buna değiniyordu. Sonradan “Şiiri en çok fotoğraf ve resme benzetirim” dediniz. Bu durum sonraki kitaplarınızda da devam etti. Nedir şiir, fotoğraf ve resim hakkında düşündükleriniz? “Eve Geç Kaldım Yalnızlık Bekler” kitabınızda da ressamları yazdınız üstelik…

Öncelikle şunu söylemek isterim: Unuttuğum Limanlar’da bahsettiğim deniz kıyılarının birçoğunu hiç görmedim ben. Mesela Cape Town’a, Napoli’ye, Barselona’ya ve daha birçok yere hiç gitmedim. Ancak hayatımın o dönemi yoğun iş seyahatleriyle geçti. Geceleri uyanıyor ve kendime soruyordum: “Hangi şehirdeyim?” Bir gece Mersin’deydim, ertesi gece Marmaris’te. Unuttuğum Limanlar’daki şiirler otel şiirleridir. Çok sevdim otel odalarının yalnızlığını. Çünkü gündüzleri akşama kadar durmadan çalışıyordum. Geceler ise benimdi. Okumak ve yazmak için bolca zamanım vardı. Hayatım böylesine hızlı bir döngüde akarken yapmam gereken sadece kendimi o döngüye teslim etmekti. Ettim de. Her göz kırpışımın, gördüğüm her şeyin şiir olduğunu anladım. Fotoğraf ya da resim gibi yani. Angelopoulos’u çok severim. Hadi, bu üçlüye bir de sinemayı ekleyelim. Şunu fark etmiştim mesela: Angelopoulos filmlerini izlerken, filmi neresinde durdurursanız durdurun hep bir fotoğraf görürsünüz. Filmler öyle bir koyaktan akar ki içinize, size hissettirdiklerini yazmasanız kendinizi çok rahatsız hissedersiniz. Resim de öyledir. Yalnız bunların hepsinin başında hikâye var. Hepsinin bir hikâyesi var. Şiirin bile. Ben kendimi her zaman hikâye ve şiir arasında bir yerde gördüm. Sizin de bahsettiğiniz naratifliğin sebebi bu. Unuttuğum Limanlar bu iki olgunun içimde birleşmesinin eseriydi. Bir de müzik var ki hayatımın büyük bir bölümünde işimdi. Müziği de çok önemserim şiirde.

seloTam onu soracaktım ben de. Kırmızı Kedi etiketiyle çıkan dördüncü kitabınız “Lacivert Bir Oyundu İkimiz Arasında“daki şiirler bence ilk iki kitabınızda ve üçüncü kitabınızda izlediğiniz yolun birleşimleri gibiydi. Ancak aralarına müzik de katılmıştı. Son kitabınız Gittiğim En Uzak Yer Sizdiniz’de de var müzik. Balkan ezgileri var, örneğin Yovano Yovanke geçiyor bir şiirinizde. Ayrıca
bu kez İstanbul’un semtlerinde, ara sokaklarında dolaşıyoruz uzun uzun. Şiirin, müziğin ve şehrin bir birleşimi diyebilir miyiz son kitaba?

Şiirde müziği önemsediğim doğru. Şiirlerimi kurarken buna çok dikkat ederim. Bunun benim çok uzun yıllar müzikle uğraşmamdan kaynaklanan bir sonuç olduğunu düşünüyorum. Son kitabımı şiir, müzik ve şehrin bir birleşimi olarak düşünmeniz de hoş bence. Çünkü tam da öyle bence de. Ben ilk kitabımdan beri şehrin ara mahallelerinde dolaştım, hiç çıkmadım ki oralardan. Balkanların ise üzerimde büyük emeği var. Dedelerimden gelen kan hâlâ dolaşıyor içimde. Yovano Yovanke’yi çok severim. Aslen bir Makedon ezgisidir, ama tüm Balkanlarda bilinir. Çok hüzünlü bir ezgidir ve sözleri ise şiirdir zaten. Müziğin ayrıca yaratım anlamında “yol açıcı” bir etkisi de var bende. Yazamadığım ya da yazmakta zorlandığım zaman hep elimden tutar. O şiir de Yovano Yovanke’yi dinlerken yazılmıştı.

Ve bu kitabınızla birlikte kediler ortaya çıktı Yolgiden şiirlerinde…

Kediler hep vardı, ama ortaya çıkmak için bu kitabı beklediler demek ki. Şaka bir yana hayatta kediler kadar önemsediğim başka bir varlık yok desem abartmış olmam. Ben çocukluğumda sokak sokak dolaşıp arkadaşlarımın ellerindeki sapanları zorla alan ve kıran, taşlarla, çimenlerle ve solucanlarla konuşan biriydim. Hayatı oluşturan herkese ve her şeye sonsuz bir sevgi duyuyordum. Zamanla “insanoğlundan” uzaklaştım. Kötü bir şey mi bu, evet, ancak elimde değil. Son kitabım Gittiğim En Uzak Yer Sizdiniz’de yazdım bunu: “İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok sevdin, aferin.” Kedilere dönecek olursak şunu söylemek isterim: Kesinlikle muhteşem varlıklar. İki tanesiyle hayatımı paylaşıyorum, Betty ve Poe. Hayatta en değer verdiğim varlıklardan ikisi. Kediler nankördür derler ya onları tanımayanlar, o nankörlük şudur bence: Bir kedinin hayatınıza katacağı o kadar şey vardır ki çıkarttıklarını bu yüzden fark etmezsiniz.

Neredeyse tüm şiirlerinizde bitişler çok önemliymiş gibi görünüyor. Sanki birbiriyle alakasız şeyler toplanıyor tüm şiir boyu ve onların hepsini tek seferde, bir dizeyle bitiriyorsunuz.

Şiirlerimin son dizesine özellikle dikkat ettiğim doğru, ancak bunu toparlama için yapmıyorum. Ben şiirin bir nefes gibi olduğunu düşünürüm. Sadece alınan kısmı ama, verilen değil. Şiiri okumaya başladığınızda nefes almaya başlarsınız ve bittiğinde ise nefesinizi verirsiniz. Bu yüzden şiirin en etkili kısmı sonu olmalıdır çünkü nefesinizin en üst noktası orasıdır.

Siz kendi kendinize sormuşsunuz zaten “Bay antuan, siz kimsiniz Allah aşkına?” diye ama bir kez de ben sormak istiyorum: Bu bay antuan kim sahi?

Benim. Belki de sizsiniz. Zaman zaman herkes. Bir sabah uyandım ve sanki uyanmadan bana bir dize fısıldanmıştı: “Sizin hiç bir ölünüz oldu mu bay antuan?” O dizeyi takip ettim. Bay antuan geldi ve bir sürü şey anlattı bana. Sanki bunları anlatabilmem için gelmişti, bana yardım etmek için yani. İşin aslı o zamana kadar antuan adını belki de hiç telaffuz etmemiştim. Değiştirmeye de çalıştım doğruyu söylemek gerekirse, ancak o kadar inatçıydı ki ısrarla adını değiştirtmedi. Gittiğim En Uzak Yer Sizdiniz’deki şiirlerin hemen hepsi uzun bir tek şiir olarak yazıldı. Öyle bırakmamayı, onları bölmeyi tercih ettim.

Sürekli sorular soruyorsunuz bay antuan’a… Bazı şiirlerde insanoğlunun kötülüğüne, bazılarında geçmişte kalan güzel günlere ya da acılara, bazılarında ise insanın naif taraflarına dair sorular. Bu soruların okurları oldukça meşgul edeceğini düşünüyorum. Kendinizi de dâhil ederek (bay antuanın aynı zamanda kendiniz de olduğunu söylediniz), bir yüzleşme yaşayalım ve kaçtığımız sorulara cevap verelim istemiş olabilir misiniz?

Elbette. Kitaptaki şiirlerin böyle bir misyonu var zaten. Doğruyu söylemek gerekirse bu soruları herkesin kendi kendisine sormasını istiyorum çünkü. Samimi cevap verebiliyorsak eğer, bizi insan olmaya biraz daha yaklaştıracaklardır.

Bir şiirinizde “hayata ne anlamlar yüklemişiz anlasanıza / tamamlanmış bir şey de yok üstelik / her şey nasıl sisli hâlâ” diyorsunuz. Gerçekten tamamlanmış bir şey yok mu hayatta?

Yok. En güzel şeyler bile eksiktir. Çünkü içinizdeki “insan” o bütünü görmenize engel olur. Hayatımın ne zaman biteceğini bilmiyorum ama ölürken bile bir şeylerin eksik kaldığını düşünüyor olacağım.

2014 yılında Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü kazanan Eve Geç Kaldım Yalnızlık Bekler adlı kitabınızın ismi oldukça ilgi gördü, sosyal medyada sıkça paylaşıldı. Sosyal medyada şiire yoğun bir ilgi var artık, bu konuda ne düşünüyorsunuz? “Şiir ölüyor mu?” tartışmalarını da göz önünde bulundurursak, sosyal medyadaki şiir merakı şiirin ölmeyeceğinin kanıtı olabilir mi sizce?

Ben şiirin öleceğine hiçbir zaman inanmadım. Geçenlerde Necati Cumalı’nın bir edebiyat dergisinde yayımlanan buna benzer bir yazısını okudum. Sanırım 1974 yılının dergisiydi. Demek ki en az 40 yıldır var bu tartışma. Şiir kendine her zaman akacak bir koyak bulacaktır. Şimdiki mekânları arasında sosyal medya da var ama sadece sosyal medyada değil bu ilgi. Kitaplar da okunuyor.

Söyleşi: İpek Baysan – edebiyathaber.net (14 Mayıs 2015)

Yorum yapın