Pencereyi açıyor kadın, sokağa bakıyor. İnce boynu uzuyor bir boşluğa. Evlerin susturulmuşluğunu, korkunun kahredici gücünü görmüyor, gördüğü beklediği…
Bir yol göl kenarında, iki adam toprağı kazıyor.
Yağmur sonrası gecede sokak lambasının cansız ışığı altında kadın bölünmüş bir dünyaya bakıyor. İki kızı var, sıcak bir evi.
Kadının beklediği geceyi genç vuruşlarla damgalayacak bir ayak sesi. Kızının, büyük olan kızının ayak sesi. Adı Nazlı. Bekliyor. Yazgının yabansı gücü diyerek yaşama katlanırken tüm insanlar, bir adam jiletle kazıyor saçlarını, başı klozete eğik. Evli değil. Adı Deniz.
Mahmur gözlerini ovuşturarak geliyor küçük kız, pencereden sarkmış annesinin arkasında duruyor. Kısacık bir şort üstünde, askılı bir atlet. Yaşı on olmalı. Pazardan aldılar üstündekileri. Tezgâhların önünde neşeyle durdu kız, bir o penyeyi bir bu penyeyi aldı annesi eline. “Bu güzel mi?” diye sordu kadın kızına, “İster misin, alalım mı?” Adı Alev. Kadının küçük kızı. Onlar tezgâhların arasında yürürken, beklenmedik bir yaprak fırtınası koptu pazarda. Eli yüzü yaprak kesti herkesin. Kadın sımsıkı sarıldı kızına, çocuğun yüzünü göğsüne bastırdı. Bu fırtına da nerden çıkmıştı durup dururken. Bilenmiş bir bıçak gibi vücutlarına çarpıyordu uçuşan tüm yapraklar. On – on beş dakika süren fırtına, pazarı ıssız bir koruluğa dönüştürdü. Sanki sonbaharda, gür ağaçlarla kaplı bir ormanda kalmışlardı. Her şey bittiğinde bu anlamsız olaya şaşan insanlar ayaklarının dibine yığılan kuru yapraklara baktı. Ömürlerinde ilk görmeleriydi yaprak fırtınasını, dünyada ilk. Uzaktan incecik kıvrılan yolun kenarından sökün etmişti irili ufaklı yapraklar. Kavak, atkestanesi, çınar, en çok çınar, gönüllü gönülsüz bırakıvermişlerdi tüm yapraklarını. Bir haber miydi bu şehirdekilere? Kimseler görmese de akşam toprağa eğilip bir çukur kazacaktı adamlar. O geceden sonra her gün bir çukur kazılacaktı şehirde. Kadınlar pencerelerden uzanacak, küçük kızlar mahmur gözlerle pencereden sarkmış annelerinin arkasında duracaktı.
O günden sonra insanların urbalarına işlenmiş yaftalar sivil üniformalılar tarafından kontrol edilecekti. Kadının yaftası sol göğsünün üstünde olmalıydı. Yalnız yaşayan kadınlar için üç renk kullanılacak yaftalarda diyeceklerdi, üç renk. Bu yaftalara neden ihtiyaç duyulduğu anlaşılamayacaktı başta, sonra “Dinleyin,” diyecekti sivil üniformalılar, “…bu yaftalardan sonra çok kolaylaşacak hayatınız. Nereye giderseniz gidin herkes sizi tanıyacak. Elektrik, su faturalarınızı yaftalarınız sayesinde evinizden ödeyebileceksiniz. Çocuğunuz mu kayıp, yaftalara yerleştirilmiş yongalar sayesinde hemen bulunacak. Sabıkalıların yaftası başka renklerde olacak, hemen tanıyacağız onları uzaktan, hırsızlık falan da olmayacak artık. Herkesi izleyen bir sivil üniformalı olacak. Sokak başlarına yerleştirdiğimiz kameralara da ihtiyaç kalmayacak ama yafta programı oturana kadar kameralar yerlerinden sökülmeyecek.” Kimi zaman sokakta yürürken yaftalamaya karşı çıkan insanları görecek kadın ve kızları ama pek kafa yormayacak bu konuya, ne de olsa sivil üniformalıların her şeyi çok daha iyi bildiklerine inanacaklar. Kadın ve iki kızı satın aldıkları her kıyafete bu akıl almaz yaftaları dikerek sivil üniformalıların sıkı kontrollerine hiç takılmayacak.
“Yaz” diyor, “yaz.” Cılız olan eğiliyor kâğıda. Kral Thamus’a yazıyı getiren tanrı Thot’tan bu yana “yaz,” diye fısıldıyor birileri kalbi onulmaz savaşlarla dolu olanlara.
Ve yazıyor cılız olan, gözleri kâğıda eğik…
Pencere açık, uzağa, sokağın başındaki karanlığa bakıyor kadın. Yolun yanı başında kavak. Göğe uzun. Tanıyor kadını, en çok da küçük kızı, neredeyse her geçişlerinde onun etrafında dönüyor küçük kız, gövdesine sarılıyor. Kısa kolları kavuşmuyor birbirine, çocuk ya, ağaçların yanından yalnızca yürünüp geçileceğini sanmıyor. Duruyor, sarılıyor. Şaşıyor göğe uzayan başına, aynalı yapraklarına, küçük çenesi kavağın gövdesinde. “Hadi yavrum,” diyor kadın. Çocuk hızlıca ayırıyor kollarını ağacın gövdesinden koşarak annesinin yanına geliyor, kavak izi yanaklarında. Bir yaprak kimse görmese de kopuveriyor dalından. Kavak ona sevgisiyle büyüyor.
Şehrin arka mahallelerinde, çöpten topladıkları metal kutularla maç yapıyor çocuklar, çoğu erkek. Evlerin duldasında ip atlayan kızlar, babalar bahçelerin kışa boyanmış toprağını belliyor, tohumlar ekilecek birazdan, tek sıra dikilecek biber fideleri, domatesler ve yeni meyve ağaçları, gök bilindik, her yerde mavi. Gece inmedi henüz, çukurlar kazılmadı itilmedi daha yaftaları takmak istemeyenlerden biri içine. Bir masanın başında oturan adamlar, en çok konuşan, bir güvercinin kanat vuruşu gibi narin hareketlerle anlatıyor düşüncelerini. Eli sol göğsünün üstüne gidip geliyor hızla. “Kalbimizin üstü manevi değeri de var,” diyor gözleri inanç dolu. Diğerleri sessizce dinlerken başlarıyla onaylıyor söylenenleri.
“Peki, neye göre ayrılacak yaftaların rengi, bir de kime taktıracağız bu yaftaları?” diyor masa başındakilerden biri. Rüzgârın kollarında bir yaprak, yeni dikilen biber fidelerinin yanına yuvarlanıyor.
Pencereyi açıyor kadın, sokağa bakıyor. İnce boynu uzuyor bir boşluğa.
Bir yol göl kenarında, iki adam toprağı kazıyor.
Yolun başında, ince topuklu ayakkabılarıyla hızlı hızlı yürüyerek geliyor kız. Apartmana giriyor. Kadın ve küçük kızı neşeyle açıyor kapıyı kaygıyla beklenmiş olana. “Neredesin,” diyor kadın, “çok merak ettim.” Elinde tuttuğu üç renkli yaftayı takıyor kızın sol göğsüne. “Üstelik yaftanı da takmamışsın.”
Şenay Eroğlu Aksoy (1 Aralık 2012)