Söyleşi: Hülya Soyşekerci
Şengül Can ile Can Yayınları’ndan yeni çıkan kitabı “Devamsız” ile öykü ve sanat anlayışına dair söyleştik.
Sevgili Şengül Can, uzun zamandan beri öykü yazdığını, öykü sanatına gönül veren bir yazar olduğunu biliyorum. Seni öykü yazmaya yönelten ne/ neler oldu? Sen de yazmadan duramayan ve yazmayı bir yaşama biçimine dönüştürenlerden misin?
Bu durum sanırım benim küçük yaşlardan itibaren kitaplara ilgi duymam ile ilişkili bir şey. Kitap okumak bana farklı dünyaların kapılarını açtı. Onlarla küçük dünyamın dışına çıktığımı lise yıllarında keşfettim ve daha sıkı okumaya başladım. Sonra yazma denemelerim oldu. Yazdıklarımı okuttuğumda bunların bir edebi değeri olduğunu ve insanlarla paylaşmam gerektiğini dile getirdiler. Önceleri içgüdüsel başlayan bu eyleme dair düşündüğümde, vardığım nokta aslında bunun bir çeşit hayata tutunma biçimi olduğu. Yazı ile kurduğum bu varoluşsal bağı her gün sorguluyorum, zaman zaman uzaklaşıp zaman zaman daha yakın duruyorum, kimi zaman düşünsel kısmı kimi zaman eylemsel kısmı öne çıkıyor ama yazının hep hayatımda olduğunu söyleyebilirim. Bu bir çeşit iyileşme durumu da değil, çünkü yazmanın kendisi de zaten sıkıntı ve zor. Bütün bu sıkıntılarına rağmen vazgeçilmez aynı zamanda.
Öykünün dışında, tiyatro oyunları da yazıyorsun. Bu süreci de bizlerle paylaşır mısın? Tiyatro metni yazmaya ne zaman ve ne şekilde başladın? Şu an tiyatroyla ilgili neler yapıyorsun?
Yoğun olarak tiyatro oyunları okuduğum bir dönemde. GalataPerform’un Yeni Metin Yeni Tiyatro Projesine dair bir ilan gördüm. Bir senelik burs almaya hak kazandım. Süreç böylece başladı. Beni oraya götüren de yıllardır üzerinde düşündüğüm bir hikâye idi. ‘Bir evi en çok ne zaman terk edersin?’ adlı bir oyun yazdım bu süreçte. Hikâyesini yıllarıdır taşıyordum. Oyun kahraman yaratma mitini sorgulayan bir kadın hikâyesi. Sonrasında ‘Pera’da Bir Ev’ isimli bir oyun daha yazdım ama henüz tamamlanmadı. İlerleyen günlerde yeniden üzerinde çalışmayı düşünüyorum.
Tiyatro oyunu yazmak, öykücülüğüne neler kattı? Hayata ve edebiyata bakışında bir değişiklik yarattı mı?
Tiyatro yazmak, tiyatro düşünmek ilk zamanlar beni zorladı. Yani diyalog yazmayan bir yazar olarak, bu konu üzerine çokça düşünüp aslında çok keyifli taraflarının olduğunu fark ettim. Tiyatro çok iyi gözlem ve yaşanmışlık gerektiriyor bence. Her karakteri ayrı ayrı tanımak onunla zaman geçirmek, onun dünyasını yaşamak. Bu durum daha çok romana yakın gibi geldi bana.
Ama böylesine derinleşmek de, bir soruna böyle derinden bakmak da bana çok şey kazandırdı.
Öykü ve tiyatronun dışında, eleştirel denemeler ve edebiyat incelemeleri de yazıyorsun. Bu çalışmaların, edebiyat öğretmeni olmanın bir devamı niteliğinde mi, yoksa eleştiri alanındaki boşluğa bir katkı sunmayı mı amaçlıyorsun?
Yazmaya başladığımdan beri, çeşitli inceleme yazıları ve söyleşiler yaptım. Bu durum biraz dergicilikle ilgili sanırım. Çünkü ilk metinlerim Mavi Melek Resimli Edebiyat Dergisi’nde yayımlandığında, inceleme yazmaya da başlamıştım. Bunu o zaman belki fark etmiyordum ama metin üzerine düşünmenin benim yazma sürecime de olumlu etkileri oldu. Yani bence yazan herkes metinler üzerine de düşünüp kendi sözünü söylemeli.
Sence iyi bir öykü nasıl olmalı? Bu bağlamda kendi öykü anlayışını da dile getirir misin? Öyküde neler yapmak istiyorsun? Hedeflerin neler?
Öykünün yerleşik tanımların ve kuralların ötesinde bir tür olduğunu düşünüyorum. Yani aslında türler arasında bir geçirgenlik olduğunu savunuyorum. Ve tek bir tanım da yoktur. Benim öykülerime gelecek olursak, daha çok dil ve karakter üzerine diyebilirim. Yeni bir üslup, yeni bir söyleyiş yakalamak ve aynı zamanda öyküyü kurgulamak için çabalıyorum. Benim heyecanlandırmayan bir biçimi sıkıcı bulup yazamıyorum zaten. O nedenle sıkılmayıp okumak istediğimiz gibi şeyler yazıyoruz sanırım. Üslûp bir çeşit imzadır, içerik de bu imza ile bütünleşmelidir. Birbirlerini tamamlamalıdır. Öykü yoğundur benim için, bir çırpıda söylenmesi gerekeni söyler. O nedenle daha çabuk, daha kısa, daha korsandır öykü.
Ruh yakınlığı duyduğun yazarlar hangileri acaba? Nedenini de söylersen sevinirim.
Leyla Erbil, Sevim Burak, Tomris Uyar, Feyyaz Kayacan, Sait Faik, Bekir Yıldız. Çoğu 50 Kuşağından olan yazarın içerisinde Bekir Yıldız farklı gelmiş olabilir ondan başlayayım. Bekir Yıldız toplumcu-gerçekçi bir çizgide yazar. Belki olay öykücüsüdür de diyebiliriz, ya da hikâye öndedir yazdıklarında. Ben Bekir Yıldız’ın söz varlığı ile ilgiliyim daha çok. Öykülerini kurarken seçtiği sözcükler, taşraya, köye ve buradaki yaşamlara dair öyle detayları barındırıyor ki. Etkilenmemek mümkün değil. Onun dışında 50 Kuşağı ile kurduğum bağ daha çok dil, gerçeklik ve edebiyata bakış açıları ile ilgili. 50 Kuşağı hem yenilikçi, alan açan hem de edebiyatımıza önemli bir ivme kazandıran bir kuşak. Etkileri sürüyor ve yazdıkları okundukça çoğalıyor. Ama yeterince okunup anlaşıldı mı? Bundan emin değilim. Bu nedenle her zaman dile getiriyorum. Haklarını teslim edemedik sanki.
2013 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde öykü dalında birincilik ödülünü aldın. İlk kitabın Sarkaç, bu ödül dolayısıyla Varlık Yayınları’nca aynı yıl yayımlandı. Daha sonra uzun bir süre öykü kitabı yayımlamayıp tiyatroya odaklandın. Bu süreçte öykü yazmayı tiyatroyla paralel olarak sürdürdün. Birkaç ay önce Can Yayınları tarafından yayımlanan yeni öykü kitabın Devamsız ile okurlarını bir kez daha selamladın. İlk kitabından bu yana 7 yıla yakın bir zaman geçti. Bu bekleyiş, öykülerine ve bir yazar olarak sana neler kazandırdı?
Öncelikle metin üzerine düşünmemi sağladı. Öykü ve tiyatro üzerine de yoğunlaştım. İkisi birbirini besledi. Ve birbirine yol açtı. Sonrasında, edebiyat, yazmak, yazarlık meselelerine de hayli kafa yordum. Bocalayıp çıkamadığım zamanlar oldu. Oradan yazı ile çıktım. Yazı ile devam ettim. Devam etmeyi öğrendim.
Sarkaç’taki öyküler ile Devamsız’daki öyküler arasında sana göre ne gibi farklılıklar var? Konuların, işleyişin, üslup özelliklerin ve öykü tekniğin açısından Devamsız’daki yenilikler neler?
Ben de bunu zaman zaman düşündüm. Sarkaç ilk öykülerimdi. Ben onlara içgüdüsel yazılmış metinler diyorum. Hissettiğim ama tanımlayamadığım bir takım durumlar var yazdıklarımda. Teknik açıdan da öyle yazdıklarım. Çünkü yazma eylemi üzerine yeni yeni düşünmeye başlamıştım. Profesyonellik bir yazar için tehlikelidir. Sarkaç’ı yazarken anlatacak çok şeyim de vardı. Ama nasıl anlatmam gerektiği sorusu benim için hep daha önce gelmiştir. İlk kitabın, dil üzerine düşünen metinler olması bence daha çok bununla ilgili. Eğer kitap çıkartmak ya da bir şey yayımlamak bir çeşit açılma hali ise, beni ‘Sarkaç’ ile okusunlar istedim. Sarkaç’ta anlatmak zordur çünkü dünya var olmak yeterince zordur. Öykü kişileri daha çok bunun sancısını çekerler. Kadınlar eviçlerindedir kendi acıları ile kalmışlardır, ya da çıkış arayıp çıkamazlar, dil de bu duruma eşlik eder. Hep bir arayış içerinde sert gerçeklikle karşılaştıklarında dilin gerçekliğine yaslanır anlatıcı. Orada yeniden kurulur çünkü gerçeklik. Devamsız’daki öykülerle daha çok zaman geçirdim. Yazarlık, yazmak, öykü karakterleri, kurgu, parçalı yapılar üzerine çokça kafa yordum. Öykü kişileri daha ete kemiğe bürününce, onlara karakter demeyi daha uygun gördüm kendimce. Bu öykü kişileri artık sadece arayan değil, yaptıkları şeyin öznesi oldular aynı zamanda. Kendi olma, birey olma yolunda, kendini bulma yolunda adımlar attılar. Yani bu süreçte dil ve karakter üzerine çokça düşündüm. Tüm acemiliğimle, aslında yeniden başlıyormuş gibi oluyor gerçekten. Tomris Uyar’ın da böyle bir sözü vardı günlüklerinde. Kendimi o duruma hep çok yakın hissediyorum.
Gördüğüm kadarıyla, Sarkaç’ta ve Devamsız’da ortak noktalar da bulunuyor. Devamsız’da, Sarkaç’ta olduğu gibi, öykülerin önemli bir kısmında insanın kendisi ve iç dünyasıyla yüzleşmesi izleğini sürdürüyorsun. Öykü kişilerinin iç dünyasını ve ruhsal sorunlarını dil üzerinden aktarmada oldukça başarılı olduğunu görüyorum. Özellikle “ben –öyküsel” (birinci kişi) anlatımıyla kurduğun öykülerdeki psikolojik derinlik dikkat çekiyor. Dil, öykü ve psikoloji ilişkisi konusundaki düşüncelerini öğrenebilir miyiz?
Neden öykü yazıyorum diye sorduğumda, yazmak belki tek başına sağaltmaz ama bir soruna yakından bakmayı sağlar. Sorunu birçok yönden düşündürür. Hikâyeyi ve insanı da öyle. Bu nedenle içe bakış yöntemi benim için vazgeçilmez. Aslında bunu bitkiler de dahil tüm canlılar için genelleyebiliriz sanırım, canlıları tanımaya bir ömür yetmez. Biz kendi kendimizi zaman zaman tanıyamıyoruz, insan belirsizliklerle ve çelişkilerle doludur bir taraftan. Ve ben hep o gri alanı merak ediyorum. Çünkü bu alan bana daha çok hayal kurduruyor. Teknik olarak ise sözcükleri daha çok düşünüyorum. Bu alanda anlatılamayacak çok şey var. Ya da dilin günlük kullanımı dışında çok şey. Bu açıdan ortak yanlar, dile bakış ve karakterleri daha çok içe bakış yöntemi ile anlatmaya çalışmak diyebiliriz.
Bazı öykülerinde kolajlamalara da yer vermişsin. Özellikle Didem Madak’tan seçtiğin dizeler, Devamsız’daki “Ağabeyim Bir Fesleğen mi?” başlıklı öykünle çok güzel kaynaşmış. Öykü kişisinin iç dünyasını o dizelerle örtüştürmen, oldukça etkileyici geldi bana. Metinler arası ilişkiler ve yaratıcı yazında, öyküde kullanımı konusunda neler söylemek istersin?
Ben genelde şiirden besleniyorum sanırım. Çünkü dili kullanma biçimi açısından bana çok alan açıyor. Sözcükler üzerine düşüne düşüne eş ve benzer anlam diye bir şeyin olmadığı düşüncesi bana çok daha yakın geldi. Aslında her sözcük eşsiz. Bunu bilmek beni heyecanlandırıyor. Çünkü sözle çevriliyiz. Ve yaratıcılığın bir sınırı yok. Yaratıcı yazın da herkes için kendine özgüdür. Cümle kurmanın bir kuralı olmadığı gibi öykü kurmanın da bir kuralı yok. (Bu söylediğimden dilbilimciler pek hoşlanmayabilir.) Belli yöntemlerle öykü yazmak öğretilebilir tabii. Her yazar kendi yöntemini paylaşabilir burada. Ama asıl sorun yaratacak şey, bir formüle göre yazmaya çalışmak ve bunun öykü için tek yol olduğunu düşünmek. Gerisi hayalgücü, yaratıcılık ve çalışmak bence.
Leylâ Erbil’in öykü ve novellalarındaki gibi, ruhsal hastalığı olduğunu fark ettiğimiz öykü anlatıcıların da var. Aynı zamanda öykü kişisi de olan bu anlatıcıların psikopatolojisini dil yoluyla yansıtmaya özen göstermişsin. Ruhsal sorunlu anlatıcıların söz konusu patolojik bakış açısı, öyküye neler kazandırıyor sence? Mesela, normalde söylenemeyenlerin, dillendirilemeyenlerin söylenmesini kolaylaştırıyor mu?
Evet, amacım da tam olarak bu. Öykü kişilerinin normalin ve normun dışında davranışları, duyguları ve zihin yapıları var. Bütün bunları normal, standart bir dille anlatamayız. Evet, Leyla Erbil ve Sevim Burak bu anlamda bana birçok konuda olduğu gibi yine yol açıcı oldu.
Öykülerini akıcı, kısa, etkili cümlelerle yazmışsın. Yer yer şiirselliğin de hissedildiği bu anlatım biçimi, öykülerinin “kısa ve yoğun” olma özelliği ile uyum sağlıyor. “Hayata öyküyle bakmak ve dünyayı dilin içinden görmek” konusunda neler söylemek istersin?
Hani derler ya ‘geveze anlatıcı’ ben onu tercih etmiyorum. Okura alanlar ve boşluklar bırakmalı metin. Böyle metinler okurun zihninde biçimlenip tamamlanıyor. Hatta yeniden yazılıyor. Benim için Leyla Erbil ve Sevim Burak böyle yazarlar. Farklı dönemlerimde metinlerini dönüp dönüp okuyorum. “Hayata öyküyle bakmak ve dünyayı dilin içinden görmek” bu durum sanırım zamanla gelişen bir şey. En azından bende öyle oldu. Yazıyı ne kadar merkezine aldığına bağlı. Özellikle biz kadınlar yazdıklarımıza ne kadar sahip çıkıp, ürettiklerimizi hayatımızın merkezine alırsak öyle gelişecek bir durum. Dünyayı dilin içinden görmek iyileştirmese de direnç kazandırıyor. Bağışıklığımız artıyor bence.
Sosyal medyada ve bloğumda şöyle yazmıştım: “Yazarın ikinci kitabı olan ‘Devamsız’, kısa öykünün derinliğinden süzülen yoğun bir anlatımla, insan hayatlarından kesitler aktarıyor. Yaşamı şiir gibi kucaklayan metinler…” Gerçekten Devamsız’da bunu hissediyor insan. Başarılarının devamını diliyorum. Çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ediyorum.
edebiyathaber.net (9 Mart 2020)